Son iki haftanın siyasî gelişmeleri kamuoyunda hükümetin Kürt sorununun barışçı yoldan çözümünü amaçlayan yeni bir süreci başlattığı kanaatini doğurmuş bulunuyor. Hatırlanacağı gibi, bu yöndeki gelişmelerin ilk işareti MHP lideri Bahçeli’den gelmişti. Bahçeli’nin önce 1 Ekim’deki TBMM’nin yeni yasama yılını açılış oturumunda DEM Partililerin sıralarına gelerek onlarla tokalaşmasını, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 12 Ekim’deki Bahçeli’yi destekleyen sözleri izledi.
Bahçeli daha sonra 15 Ekim’de Abdullah Öcalan’a PKK’yı tasfiye etmesi yolundaki çağrısını yaptı. Bahçeli’nin Erdoğan destekli bu çıkışları gerek genel kamuoyunda gerekse DEM Partililerde barışa yönelik beklenti ve umutları canlandırdı. Bu arada DEM Parti’nin iki eş genel başkanı da Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ı cezaevinde ziyaret ettiler ve onlardan barış için her türlü katkıyı yapmaya hazır oldukları ama öncelikle Öcalan’a uygulanmakta olan tecridin kaldırılmasını bekledikleri mesajını aldılar.
İlginç bir şekilde, Bahçeli’nin ve Erdoğan’ın bu aşamadaki sözlerinde çözüm sürecine açıkça atıf yapılmamasına, hatta AKP ve Cumhurbaşkanlığı çevresinden çözüm süreci ihtimalini kesin bir dille yalanlayan açıklamalar gelmesine rağmen, Bahçeli 24 Ekim’de Öcalan’a daha şaşırtıcı yeni bir çağrı yaptı: “Şayet terörist başının tecridi kaldırılırsa gelsin TBMM’de DEM Parti grup toplantısında konuşsun, silah bırakma çağrısı yapsın.”
Böylece tam ‘’bu iş galiba ciddi, çözüm süreci başlıyor’’ havası doğmuşken, 23 Ekim’de Ankara Kazan’daki TUSAŞ tesislerine yapılan terörist saldırı Türkiye kamuoyunu sarstı. Beş kişinin ölümüne neden olan saldırıda çok sayıda kişi de yaralandı. Saldırganların PKK’lı oldukları açıklandı. İroniye bakın ki, Öcalan’ın DEM Parti milletvekili olan yeğeni terörist saldırının yapıldığı aynı gün kendisine yaptığı ziyarette Abdullah Öcalan’dan aldığı mesajı 24 Ekim’de kamuoyuna duyurdu. Öcalan ‘’Tecrit devam ediyor. Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim’’ diyordu.
Öcalan’ın mesajına hükümet canibinden henüz kamuoyunun bilgisi dahilinde olan net bir cevap gelmiş değil. Buna karşılık, terörist saldırı dolayısıyla 25 Ekim günü verdiği beyanatta Cumhurbaşkanı Erdoğan bir yandan Türkiye’nin karşı karşıya olduğunu varsaydıkları tehlikelerin ‘’iç[erde] cepheyi güçlendirme’’nin ve ‘’ayrışan değil kucaklaşan Türkiye ideali’’ne bağlanmanın gerektiğini dile getirirken, öbür yandan ‘’terörle mücadele’’ye çok boyutlu bir şekilde ve kararlılıkla devam edeceklerini vurguladı. Erdoğan’ın bu açıklaması ile Bahçeli’nin benzer açıklamaları, özellikle de Öcalan’a silâh bırakma çağrısı yaparken söylediği ‘’bu ağır ve tarihi terör sorunu(nun) ülke gündeminden tamamen çıkarılması’’ ihtiyacını vurgulayan sözleri birlikte değerlendirildiğinde, bu ikilinin Kürt sorununda sahici bir çözüm arayışından ziyade, Abdullah Öcalan’ın yardımıyla PKK’yı tasfiye etme ve yeni anayasa girişimine DEM Parti’nin desteğini sağlama peşinde oldukları söylenebilir.
Ne var ki, gelişmeler Öcalan’ın Türk hükümetine beklenen desteği sağlamasının sanıldığı kadar kolay olmadığını göstermektedir. Öcalan mesajında desteğini, kendisine uygulanmakta olan tecridin kaldırılması başta olmak üzere cezaevindeki şartlarının düzeltilmesine bağlamış bulunmaktadır. Cumhur İttifakı DEM Parti’nin de yardımıyla bu talebin yasal gereğini elbette yerine getirebilir, ama Öcalan’ın Kandil’deki PKK nomenklaturasını silah bırakmaya ikna edebileceği çok şüphelidir. Açıktır ki, ortada Kürt sorununun barışçı-demokratik yoldan çözümü için geliştirilmiş sahici ve kapsamlı bir proje olmadığı sürece, PKK’nin kendi varlığının ortadan kaldırılmasına onay vereceği beklentisi gerçekçi değildir. Burada tam da Bahçeli’nin silah bırakma çağrısından sonra Türkiye’nin çok önem verdiği TUSAŞ savunma kompleksine PKK’nın yaptığı saldırının Kandil’in bu gidişattan hoşnut olmadığını gösterdiği akla getirebilirse de, bu ihtimal doğru olmasa gerektir. Çünkü saldırı daha önceden planlanmış görünmektedir.
Öte yandan bugün PKK’nın Türkiye’deki varlığı önemli bir tehdit olmaktan büyük ölçüde çıkmış durumdadır. Bu nedenle Türkiye’yi bu konuda asıl rahatsız eden, hem PKK’nın uzantısı olan YPG/PYD’nin Suriye’nin kuzeyindeki ABD destekli siyasî varlığı, hem de bölgedeki kendi varlığının kalıcı olacağından emin olmamasıdır. Türkiye PKK’nın silahsızlandırılmasını sağlamayı ve ülke içindeki etkinliğini ortadan kaldırmayı başarsa bile, ABD’nin desteği devam ettiği sürece PYD’nin bölgede özerk bir siyasî yapı olarak varlığını sürdürmesi ihtimal dahilindedir.
Özetle, AKP-MHP koalisyonunun Kürt sorunuyla bağlantılı görünen yukarıda safahatını özetlediğim inisiyatifinin gerçekte neyi amaçladığı konusunda halâ bir kesinlik yoktur. Bu belirsizliğe rağmen, son bir ay içindeki söz konusu gelişmelerin iç faktörler kadar, hatta belki ondan da fazla dış faktörlerle, özel olarak ta Suriye’nin kuzeyindeki Türkiye tarafından tehdit olarak algılanan fiilî oluşumlarla ilgili olduğu tahmin edilebilir.
Ama son haftalardaki gelişmelerle ilgili olarak kesin olan bir şey varsa, o da bu gelişmelerin yakın hedefinin Cumhur İttifakı’nın gündemdeki anayasa projesine destek sağlamak olduğudur. Eğer iktidarın bunun dışında ve ötesinde bir amacı varsa -ki pek muhtemeldir- bunu da ancak önümüzdeki haftalarda anlayabileceğiz.
Kürt sorunu ise halâ, anayasal statükonun da ciddî bir şekilde revizyonunu içerecek şekilde, samimi bir barışçı-demokratik çabayla ve tarafların aktif katılımıyla çözülmeyi beklemektedir. (Diyalog, 27 Ekim 2024)