Şüphe yok ki, olağan bir demokratik hukuk devletinde “yargının darbe süreçlerindeki rolü” diye bir şeyden bahsetmek tuhaf ve son derece yakışıksız bir şey olurdu. Gerçi, her rejimde adli sistemin bir işlevi de kurulu düzenin korunmasına hizmet etmektir.

Ama mahkemeler bunu genellikle belli ölçüde adalet dağıtarak sistemin meşruluğunu pekiştirmek suretiyle, yani dolaylı olarak yaparlar. Diğer kamu otoritelerinin ve başka kişilerin yapıp ettiklerinden zarar gören mağdur ve mazlumların son sığınak olarak hiç değilse mahkemelere başvurup haklarını elde edebilecekleri inancını korumaları herhangi bir sistemin meşruluğu için son derece önemlidir. İşte mahkemeler esas olarak bu inancın kaybolmamasını sağlarlar veya öyle olmaları beklenir. Mahkemelerin “tarafsız” adalet uygulayıcıları olduklarına dair yaygın inanç ve kullandıkları teknik-uzmanlık dilinin ortalama insanda uyandırdığı saygı da bu beklentiyi güçlendirir.

Esasen, genel olarak özgürlükçü ve adil bir sistem içinde faaliyet gösteriyorlarsa, mahkemelerin böyle bir işlev görmesine kuşkucu nazarla bakmak için bir neden yoktur. Ama aynısını baskıcı ve adaletsiz rejimler için elbette söyleyemeyiz. Çünkü, bu gibi rejimlerde mahkemelerin meşrulaştırıcı işlevi aslında baskının ve adaletsizliğin meşrulaştırılması anlamına gelir. Baskıcı rejimlerde mahkemeler, genel bir eğilim olarak, doğrudan doğruya zulüm araçları olarak işlerler. Başka bir ifadeyle, adaletsiz bir sistemin kurallarını sözde “tarafsızca” uygulamak genel olarak baskıcılığa hizmet eder; ama böyle sistemlerde mahkemeler doğrudan doğruya ve bilinçli olarak da iktidar sahiplerinin zulüm aracı haline dönüşebilirler.

Bu genel mülâhazalardan sonra Türkiye’nin durumuna gelirsek: Cari sistemin ikili karakteri nedeniyle, Türkiye’de aslında her iki süreç de –meşrulaştırma ve baskı süreçleri- belli ölçülerde işlemektedir; çoğu zaman da bunlar iç içe geçmiş durumdadır. Türkiye’nin rejiminin “ikili karakteri” derken kastettiğim şudur: Türkiye bir taraftan iyi-kötü anayasası, temsili kurumları ve kimi hak-hukuk güvenceleriyle demokratik bir rejim görüntüsü vermektedir. Ama öte yandan, Türkiye’de ne insan hakları tam olarak güvence altındadır, ne de kamu politikalarının belirlenmesi tümüyle demokratik kurumların yetki ve kontrolündedir. Türkiye’de halk iradesinden ve hukuktan bağımsız bir devlet iktidarı da vardır ve önemli sayılan kamu işlerinde son sözü söyleme yetkisi de –bazen veto gücü şeklinde- bu iktidardadır.

Türkiye’de mahkemeler işte böyle bir çerçeve içinde faaliyet göstermekte ve bunun ruhuna uygun olarak ikili bir rol ifa etmektedirler. Şöyle ki: Mahkemeler mer’i hukukun ve hâkimlerin kimlik ve formasyonlarının elverdiği ölçüde adalet dağıtıyorlar ama, hem bu ölçüler tatminkâr olmaktan uzaktır hem de -daha kötüsü- bireylerin ve grupların devletle karşı karşıya geldiği durumlarda bu ölçü fazlasıyla şaşmaktadır. Başka bir anlatımla, “devlet iktidarı”nın varlık ve idamesi söz konusu olduğunda mahkemelerimiz var olduğu kadarıyla bile hukuku göz ardı etme ve kendi teknik formasyonlarını unutma eğilimine girmektedirler. Devlet iktidarını koruma kaygısı özellikle yüksek mahkemelerimizde o kadar belirgindir ki, bu kaygıyla hareket ettikleri durumlarda yüksek hakimlerimiz hukukçu kimliklerinden büsbütün sıyrılmakta ve sıradan, kaba-saba bir rejim bekçisi gibi davranmakta hiçbir sakınca görmemektedirler.

YARGI DEVLETİN KENDİSİ

Hatırlanacağı gibi, Prof. Dr. Mithat Sancar başkanlığındaki bir ekip tarafından TESEV için yapılan “Algılar ve Zihniyet Yapıları” başlıklı araştırmada bir vatandaşın yargıyla ilgili şöyle ilginç bir teşhisi vardı: “Yargı devletin kendisi zaten.” Malum, halktan insanlar “alim” değilseler de pekalâ “arif” olabilirler. Başka bir ifadeyle, halkta belki “ilim” yok ama “irfan” var. Ve ben “yargı devletin kendisi zaten” şeklindeki “irfan” eseri bu yargının “ilmen” de doğru olduğu kanaatindeyim.

Bunun bir kanıtını Yargıtay Başkanı geçen nisanda yaptığı bir konuşmada vermişti. Anayasa Mahkemesi’nin yeni binasındaki duruşma salonunda savcılık makamı ile müdafiler (avukatlar) için ayrılan yerlerin mekânsal olarak aynı düzeyde olmasından hoşnut olmayan Yargıtay Başkanı, savcının devleti temsil ettiği için sanık ve müdafilerden yüksekte oturması gerektiğini söylemişti.

Evet, Türkiye’de yargı hem felsefesi bakımından devletçidir; hem de fiilen devletleşmesi, kendini devlet yerine koyması anlamında devletçidir. Yani, vatandaşımızın isabetli formülüyle, “yargı devletin kendisidir zaten”. Vatandaş yargıyı devlet adına yapılan haksızlık, hukuksuzluk ve zulümlere karşı sığınılacak bir kapı olarak görmüyor, aksine yargının kendisinin devletleşerek hukuksuzluk ve adaletsizliğin bir aracı haline geldiğini düşünüyorsa, bu sebepsiz olmasa gerektir.

YARGININ GÖREVİ: REJİMİ KORUYUP KOLLAMA

Söz Yargıtay Başkanı’na gelmişken oradan devam edelim. Yine hatırlanacağı gibi, geçen eylül başında aynı başkan “Yargı Reformu Stratejisi”ni eleştirme sadedinde yaptığı konuşmada yargının temel görevini kurulu düzeni “koruyup kollama” olarak tanımlamıştı. Şöyle diyordu: “Atatürk’ün çizdiği yolda, gösterdiği ilkeler doğrultusunda, şaşmadan, yılmadan, yolumuza devam edeceğimizden, varlığımızın nedeni olan Cumhuriyet’i, üniter devlet yapısını koruyup kollama görevimizi sarsılmaz bir inançla sürdüreceğimizden hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır.”

Bir de şunu hatırlayalım. AKP’ye karşı 2007 yılında açılmış olan kapatma davasının devam ettiği sırada Yargıtay da konuyla ilgili bir bildiri yayınlamıştı. Bu bildiri münasebetiyle o zaman şöyle yazmıştım: “Yargıtay bildirisinin verdiği mesajların başında, AKP’ye karşı açılmış olan kapatma davasında Yargıtay’ın taraf olduğunu açıkça ilan etmesi gelmektedir. Nitekim, bildiride kapatma davası iddianamesine sahip çıkılmakta, davalı parti aleyhine ileri sürülmüş olan iddialar onaylanmakta, sunulan kanıtların hukuka uygun olduğu peşinen iddia edilmekte, hatta partinin ‘lehte sonuç alma hevesi’ kınanmaktadır.” (“Cübbeli İsyan”)

Şimdi mesele şudur: Eskiden, kontrolün devlet seçkinlerinin elinden çıkmaya başladığı durumlarda gidişatı tersine çevirmek için “son çare” olarak zora –askerî müdahaleye veya müdahale tehdidine- başvurmakta sakınca görülmezdi. Zamanla, “demokrasi” görüntüsünü bozan bu yöntemin yerini, doğrudan doğruya cebir kullanımı niteliğinde olmayan daha rafine yöntemler aldı. Böylece, önce 1961 sonra da 1982 anayasasıyla –özellikle de bu ikincisiyle- sistemin içine kontrolün sürekli olarak “devlet”te kalmasını garanti edecek mekanizmalar yerleştirildi. Yüksek yargı 1961’den bu yana işte bu mekanizmalardan, yani demokrasiyi frenlemenin ve hatta bloke etmenin “anayasal” araçlarından biridir. Başka bir ifadeyle, yargı yoluyla demokratik sürece müdahale etmek yeni bir uygulama değildir. Bu yol sanıyorum şu iki nedenle tercih edilmektedir: Yargısal yöntem hem daha yumuşak görünümlüdür ve kaba müdahaleden farklı olarak farkına varılması daha zordur hem de müdahaleye “hukukîlik” görüntüsü kazandırma gibi paha biçilmez bir avantajı vardır.

Türkiye’de yargısal müdahale yeni olmamakla beraber, bu yöntem son zamanlarda önemli değişikliklere uğradı. Bir kere, yargısal yolun kullanılması istisnaî ve başka yöntemleri tamamlayıcı bir yöntem olmaktan çıkarak, genel ve aslî müdahale yolu haline gelmeye başladı. İkinci olarak, aşağı yukarı son on yıldır yargı demokratik sisteme müdahale etme niyetini saklamasına yarayabilecek sofistikasyona başvurma ihtiyacı bile duymamaya başladı. Yargısal işlemler artık birçok durumda hukukîlik görüntüsü verme endişesi bile taşımayan ve müdahale niyetini açıkça belli eden kaba politik bildiriler şeklinde ortaya çıkmaktadır.

Yargının kendi görevini bu şekilde algılamasını kolaylaştıran birçok etken var da, bunların başında devletin bir resmî ideolojisi olması gelmektedir. Resmî ideolojisi olan devletlerde yargıçlar kendilerini hukukun evrensel amaçları olan adalet, özgürlük ve toplumsal barış ilkelerinden çok cari rejimin ideolojik tercihlerini korumakla görevli sayarlar. Devlet ideolojisine bağlılığı, Türkiye’de yargının kurumsal olarak bağımsızlığının neden onun devlet karşısında tarafsız olmasını sağlayamadığını ve adaletten sapmaya götürdüğünü de açıklamaktadır. Çünkü, bu etken pek çok olayda –özellikle devletin resmen veya kavramsal/zihinsel olarak taraf olduğu davalarda- yargıçların tarafsızlığını yitirmelerine yol açmaktadır. Genel olarak diğer kamu görevlileri gibi hâkimler arasında da devlet ve otorite merkezli bir zihniyetin hakim olması, ne yazık ki, hâkimlerin “müesses nizam”ı hukukun önüne koymasına yol açmaktadır.

Kendi rolünü resmî ideoloji bekçiliğiyle tanımlayan yargıçların hukukun evrensel gerekleriyle ve maruf tekniğiyle ilgisi olmayan, içinde hukuktan çok ideolojinin ve politikanın yer aldığı, hatta siyasi parti bildirilerine benzeyen sözde mahkeme kararları vermelerine şaşmamak gerekir. Oysa, hakların güvencesi olmak yerine kurulu güç yapısından yana işleyen bir “hukuk” aslında hukuk değildir. Mazlumları ve mağdurları değil de muktedirleri hoşnut eden, hukukun dili yerine iktidar(ın) dilini kullanan bir “mahkeme”nin de aslında mahkeme olmadığı gibi.

YARGI DARBESİ

Anayasa Mahkemesi son yıllarda bu tutumun tipik örneklerini bolca sergilemiştir. Bunların bazıları bu yüksek mahkemenin 2007 ve 2008 yıllarında verdiği kararlarla varlık bulan “yargı darbesi” sayılabilecek örneklerdir. Burada söz konusu olan, rejimin o sözünü ettiğim ikili yapısının demokratik görünen kısmına yönelik bir darbedir. Yoksa, rejimin otokratik yanı söz konusu olduğunda buna elbette darbe değil fakat rejimin olağan işleyişi demek gerekir. Bunu, “yargı darbesi” teriminin mucidi Stone-Sweet’in tanımından yararlanarak ifade etmek gerekirse, son yargı darbesinde Anayasa Mahkemesi’nin “kökten değiştirdiği normatif esaslar” sistemin demokratik yanına ilişkin olan esaslardır. Ama Türkiye’nin rejiminin tuhaflığı şurada ki, bu darbe rejimi sarsmıyor, tam aksine öteki ayağını daha da güçlendirmek suretiyle onun idamesine yarıyor.

Türkiye’de yargının darbe süreçlerindeki rolünün ortaya çıkma biçimlerinden birine de 12 Eylül ve 28 Şubat dönemlerinde tanık olmuştuk. Hatırlanacağı gibi, Anayasa Mahkemesi 12 Eylül askerî rejimiyle “birlikte yaşama”yı içine sindirmekte hiç zorlanmamıştı. Anayasa Mahkemesi yanında diğer mahkemeler de gerek bu dönemde gerekse 28 Şubat Süreci’nde zamanın ruhuna gayet iyi ayak uydurmuşlardı. Özellikle Refah ve Fazilet partilerinin kapatılması konusunda Yargıtay Başsavcılığı’nın ve bizatihi Anayasa Mahkemesi’nin gösterdiği isteklilik unutulur gibi değildi.

(25-26 Aralık 2009 Liberal Gençlik Kongresi’ndeki konuşma metnidir.)

(Zaman, 28 Aralık 2009)

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir