‘’Barış içinde bir arada’’ yaşamanın çağımızda öncelikli bir problem olarak ortaya çıkmış olması modern toplumların yapısından ve örgütlenme tarzından kaynaklanmaktadır. Malum, modern toplumlar genellikle kendilerini birer ‘’ulus’’ olarak görmektedirler ve devletleri de buna uygun olarak ‘’ulus-devlet’’ şeklinde örgütlenmiştir.
Modern devletler etnik ve kültürel olarak türdeş bir ulus anlayışına dayanmaktadırlar, oysa tarihsel veya siyasî nedenlerden dolayı günümüz ulus-devletlerinin çoğu çoğulcu toplumlardır. Kültürel çeşitlilik modern toplumların karakteristik özelliğidir; bazıları için ulusal azınlıklar da dahil olmak üzere, bu devletler dinî ve/veya etnik-kültürel bakımdan ana toplumdan farklılaşan büyüklü küçüklü birçok grup ve topluluğu içlerinde barındırmaktadırlar. Farklılık ise, istesek te istemesek te toplum için bir uyuşmazlık ve çatışma ihtimali demektir.
Günümüz devletlerinin çoğulculukla baş etme ve farklılıkları barış içinde bir arada yaşatmada karşılaştıkları zorlukların bir kısmının kaynağı, bildiğimiz şekliyle bizatihi ‘’devlet’’tir. Bildiğimiz şekliyle devlet, yani modern devlet… Modern devletin sıkı birlikçi, merkeziyetçi, bireysel ve toplumsal hayata nüfuz eden yapısı yanında, toplumu kontrol etme ve hatta onu total bir şekilde düzenleme ihtirası barışçı bir çoğulculuğun idamesini zorlaştıran asıl faktördür. Devletin toplumu kontrol edebilmek için farklılıkları en hafifinden göz ardı etmesi ama genellikle toplumu tekdüze hale getirmesi ve standardize etmesi gerekir.
Modern devlet toplumdan veya bireyin durduğu yerden bakıldığında işte ‘orada’ öylesine duran, istediğimizde kendisine karşı mesafe alabileceğimiz, bizi kontrol ve düzenleme iddiasına karşı kendimizi savunabileceğimiz nötr bir varlık değildir. O bireysel ve toplumsal varoluşu hem kuşatmış hem de bunların her alanına nüfûz etmiş, kısaca toplumu ‘’kafes’’lemiştir. Günümüz devleti bizi sadece yönetmiyor, aynı zamanda bizi biçimlendiriyor da. O bizden hem uzaktadır hem de Tanrı gibi bize “şah damarımızdan daha yakın’’dır. Onun büsbütün kontrolü dışında kalan hiçbir hayat alanı yoktur. Kısaca, modern devlet aslında örtülü veya ‘’yumuşak’’ bir totaliterizmdir.
Daha kötüsü, modern devletin zamanla ulus-devlete dönüşmesi, günümüz toplumlarındaki çoğulculuk bileşenlerinin barış içinde bir arada yaşama ümidine daha büyük bir darbe vurmuş, onu daha fazla zora koşmuştur. Hem homojen bir ulus tasarımına dayandığı, hem de devleti hâkim çoğunluğun kimliğiyle tanımladığı için, ulus devlet kültürel çeşitlilik ve çoğulculuğun barışçı idamesi için de hiç elverişli olan bir model değildir. Sahici bir “barış içinde beraber yaşama” pratiğini ulus-devlet modeli içinde hakkıyla gerçekleştirmek mümkün değildir; çünkü problemin esas kaynağı zaten bu modelin kendisidir.
Ulus-devlet tabiatı icabı kültürel çeşitliliği korumak ve sürdürmek yerine onu yok etmek zorundadır, onun varlığı buna bağlıdır. Bu zorunluluğu gerçekleştirmenin, yani farklılık ve çeşitliliği ortadan kaldırmanın, asimilasyon ve entegrasyon gibi ‘’yumuşak’’ yöntemleri vardır. Ulus devletlerin bu konudaki göz kamaştırıcı başarısı ‘’hukuk önünde eşitlik’’ evrensel prensibini bile-‘’eşit vatandaşlık’’ maskesi altında- millî kimliğin örtülü bir koruma aracına dönüştürmesi olmuştur. Bunun başarılamadığı durumda da ulus-devletlerin açık veya örtülü aparteid benzeri bir rejime geçmek seçenekleri vardır. O da olmazsa, tehcir (zorla göç ettirme), etnik temizlik ve soykırım seçenekleri sırada beklemektedir.
Sahici bir “bir arada yaşama” arayışının, her şeyden önce, bir arada yaşamanın “birlik” ve “kenetlenme” demek olmadığını idrak ederek işe başlaması gerekiyor. Aslında sıkı birlik arayışından kaçınmak sadece çoğulcu toplumlar için değil, nispeten türdeş toplumlar için bile şarttır, özgür bir toplum olmanın ön şartıdır. Ayrıca “düzen”i münhasıran merkezî bir iradenin bilinçli kurgusu olarak görme alışkanlığımızdan da vazgeçmek zorundayız. Biz modernlerin çoğuna ne kadar anlaşılmaz gelse de, toplumsal düzeni veya düzen içinde bir toplumsal hayatı egemenlik ve iktidar olgusundan bağımsız olarak düşünmemiz pekalâ mümkündür. ‘’Mümkün’’ olmak ta değil, aslında merkezî bir güç tarafından düzene sokulmaktan kurtulmak insanlığımızı kurtarmak bakımından vazgeçilmezdir. Böyle bir tasavvurun hareket noktası ise, iktidar aracılığıyla tesis edilen sıkı bir birlikçi örgütlenme değil, tam tersine, mevcut birlikleri gevşetmek –tercihan dağıtmak- ve yeni birlikçi yapılar kurmaktan kaçınmak olmalıdır.
Ama en başta devlete tapınmaktan, ona varlığımızı kendisine borçlu olduğumuz yüce bir varlık muamelesi yapmaktan, onu bir bilgi ve ahlâk referansı olarak görmekten vazgeçmeliyiz. Devlete perestiş ettiğimiz sürece, özgür olmak şöyle dursun, saygı duyulmayı hak eden insanlar olmamıza bile imkân yoktur. (Diyalog, 29 Eylül 2024)