Yirminci yüzyılın sonlarına doğru postmodernizmin yükselişine paralel olarak modernlik de tartışılmaya, özellikle de onun “olumsuz” yanları öne çıkarılmaya başladı. Tipik olarak “Aydınlanma”yla tanımlanan modernlik önceleri pek sorgulanmazdı, hatta onu insanlığın “ilerleme”sinin nihaî aşaması olarak görme yönünde yaygın ve güçlü bir eğilim vardı. Modernliğin uzun uzadıya tartışmasına girmeden, burada konumuzla bağlantılı olarak şunu söylemekle yetinmek isterim: Kanaatimce, modernlik insanoğlu için ne büsbütün “iyi” ne de büsbütün “kötü” bir durumdur; o, iyi ve kötü yanlarıyla bir hayli karmaşık ve çelişkilerle dolu bir fenomendir.

Benzer bir durum daha özel olarak modernliğin siyasî boyutu veya siyasî modernlik için de söz konusudur. Modern siyasî tasavvur da, genel olarak modernlik gibi, birçok çelişki içerir. Bunlardan benim son yıllarda özellikle vurguladığım bir tanesi insan haklarıyla ilgilidir. Bu çelişkiyi şöyle formüle edebilirim: Kökleri kısmen modernlik öncesi dönemlere kadar geri gitse de, “evrensel insan hakları” esas olarak modern bir düşüncedir. Öte yandan, son iki yüzyılın hâkim devlet modeli olan “ulus-devlet” adlı siyasî örgütlenme tarzı da modernliğin başka bir icadıdır ama bunun genel olarak “insanlık durumu”yla, bu arada “insan hakları”yla da bağdaşması son derece zordur.

Çünkü, eğer ciddiye alıyorsanız, insan hakları doktrini şunu der: Kişiler sırf insan olmalarından dolayı “evrensel insan hakları”na sahiptirler; bu hakların varlık ve geçerliliği insanların çeşitli türden (siyasî, ulusal, etnik-kültürel, dinî, sınıfsal, cinsiyet-temelli vb.) aidiyet veya mensubiyetlerinden bağımsızdır. Başka bir anlatımla, şu veya bu devlete, millete, soya, kültüre, dine, sınıfa veya cinsiyete… mensup olmak ”insan hakları”mızda ne bir eksilme ne de bir artma meydana getirir.

Oysa, uygulamada temel anayasal haklardan yararlanabilmesi için kişilerin, her şeyden önce, bir devletin yurttaşı olmaları şarttır. Ne var ki, hâlihazırda dünyamız ulus-devletler tarafından parsellenmiştir. Bu duruma göre, yeryüzünde herhangi bir devletin yurttaşı olmaksızın sırf birer “insan” olarak hayatlarımızı sürdürebileceğimiz, yaşanabilir, devletlerce sahiplenilmemiş bir yer yoktur. Bu demektir ki, hiç kimsenin bir devletin yurttaşı olmadan herhangi bir haktan yararlanma diye bir seçeneği bulunmamaktadır.

Kaldı ki, devletler genellikle “siyasî” nitelikli temel hakları kendi yurttaşlarına tahsis etmiş oldukları ve diğer temel haklar bakımından da yabancılara ayrım yapmak yaygın bir devlet pratiği olduğu için; sadece “yurttaşlıksız” olmaları halinde değil, kendi devletleri dışına çıktıklarında da kişiler pekçok “insan” hakkından yararlanamamaktadırlar. Esasen, yurttaşlıksızlık bir seçenek olmadığına göre, kişilerin yurttaşı oldukları devletten nihâî olarak ayrılmaları hem kolay değildir, hem de ancak yine başka bir ulus-devletin kucağına düşmeleriyle mümkündür.

Peki, insanlık durumunun bu en temel sorunu nasıl aşılabilir?… Bunun köklü çözümü, hiç şüphe yok ki, insanoğlunun tarih boyunca geliştirmiş olduğu en muzır icat olan (modern) devletin ortadan kalkmasıdır. Esasen yeryüzünde devletlerin varlığının ahlâkî bir temeli yoktur, devletler insanlar (ve genel olarak insanoğlu) için birer oldu-bittiden ibarettirler. İnsanlar devletlerin boyunduruğu altına gönüllü olarak girmiş ve giriyor değildirler. İnsanların tamamına yakını doğduklarında hasbelkader kendilerini devlet denen şu veya bu devasa cebir aygıtının yetkisi altında buluyorlar ve çoğu kişi için “devletten ayrılma” da sahici bir seçenek değildir.

Felsefî-anarşist pozisyon açısından mesele şudur: Devlet insanları kendi iradelerine rağmen tahakküm altına almakta, onlara cebir uygulamakta, onları kendi yasa ve yasaklarına uymaya mecbur bırakmaktadır. Başka bir anlatımla, bireylere devlet dışındaki bir özne tarafından yapılması halinde yanlış olacak şekilde davranma hakkını devletler kendilerinde görmektedirler. İronik olan şudur ki, devletler insanların büyük çoğunluğunu -neredeyse tamamını- kendilerine itaatle “yükümlü” olduklarına inandırmayı da başarmışlardır. Oysa, uygulamada insanlar şu veya bu nedenle -öncelikle de itaat etmemeleri halinde kendilerine yüklenebilecek dramatik maliyetlerden kaçınmak için- devletlere itaat ederler, ama bu “itaat yükümlülüğü“yle aynı şey değildir.

Bu arada belirtmek gerekir ki, bir felsefî anarşist devletin meşru olmadığına inanır ve dolayısıyla var olmamasını temenni eder ama bu, anarşist aktivistten farklı olarak onun devleti ortadan kaldırmak için eyleme geçeceği anlamına gelmez. Dahası, devletten hiç hazzetmese de, felsefî anarşistin kimi somut durumlarda itaati itaat-etmemeye tercih etmesini gerektiren nedenler bile var olabilir.

Devleti ortadan kaldırmak için eyleme geçmek (devrimci yöntem) başlıca iki nedenle bir seçenek değildir. Birinci neden ilkeseldir: Bu, insanî maliyeti dramatik boyutlara ulaşabilecek bir yoldur. Daha temelde, meşru müdafaa (kişilerin canına ve malına yöneltilmiş haksız saldırıları def etme) dışında, şiddete başvurmak ilkesel olarak yanlıştır. İkinci neden pratiktir: Bu devrimci şiddet yoluyla, bırakalım bir kurum olarak devleti, belli bir somut devleti bile ortadan kaldırmak -kabul edilemez insanî maliyetlere katlanmadan- mümkün değildir. Kaldı ki, belli bir devleti devrim yoluyla ortadan kaldırmak mümkün olsa bile, bunu yapabilecek derecede güç yoğunlaşmasını başarabilmiş bir iradenin iyi niyetine güvenilemez. Böyle bir gücün devirdiği devletin yerine kendisininkini geçirmeyeceğinin bir garantisi yoktur.

Devleti ortadan kaldırmak gerçekçi bir seçenek olmadığına göre, yapılabilecek başka bir şey yok mudur?… Kanaatimce vardır. En başta, devlet kavramını tahtından indirmeye çalışmak, “devletçi” söylemin hegemonik konumunu sarsmak geliyor. Devleti yeryüzüne indirmeliyiz. Ama bunu başarmak için ilk önce egemenlik kavramını hedef tahtasına oturtmalıyız. Modern bir kurgu olarak egemenlik doktrini devletlerin teolojisidir. “Millî egemenlik” veya “halk egemenliği” gibi sözler aslında devletçi teolojinin kamuflajından başka bir şey değildir; başka türlü devlet kutsaması sürdürülemezdi zaten. Herhalde söylemeye gerek yoktur ki, bu devletçi teolojiyle insan hakları düşüncesinin bir arada yürümesine imkân yoktur.

Uluslararası alanda egemenlik, devletlerin kendi yetki alanlarında bulunan “yurttaş” adını verdikleri kişileri mal ve mülkleriyle birlikte mutlak hükümranlıkları altına almalarına yaramaktadır. Bu bağlamda, “devletlerin egemen eşitliği” de, birbirlerinin “kendi ülkelerinde” yaşayan insanlar üzerindeki tahakkümüne ve onlara eşya muamelesi yapmalarına ses çıkarmamak üzere devletlerin kendi aralarında anlaşmış olmaları anlamına gelmektedir: “Benim tebaamı dövmeme ses çıkarmaman karşılığında ben de senin kendi tebaana aynısını yapmana ses çıkarmayacağım.” Kısaca, devletlerin egemen eşitliği, her devletin kendi vatandaşını keyfince disipline ve te’dip etme “eşit hakkı”na sahip olduğu anlamına gelmektedir. Ne yazık ki, uluslararası hukukun ve “evrensel insan hakları hukuku”nun bu uğursuz anlaşmada açmayı başardığı gedik sanıldığı kadar büyük değildir.

Egemenlik teolojisinde gedik açmanın pratik yollarının başında, yeryüzü insanlarını keyfî olarak birbirinden ayıran “ülkelerin sınırları” fikrinin zayıflatılması ve sınırların fiilen gevşetilmesi gelmektedir. Bunun için de en başta insanların ve malların yeryüzü ölçeğinde serbestçe dolaşımını sağlamak için çalışmalıyız. Pasaport (genel olarak kimlik belgesi) fikrini zayıflatmalı, suçları (“mağdursuz suçlar”ı kastetmiyorum tabiî, onlar zaten olmamalıdır) önlemek amaçlı olanlar dışındaki sınır kontrollerini kaldırtmalıyız. Devletin yurttaşlarının refahından çalmasından başka bir anlamı olmayan gümrük vergilerini de…

Ulus-devletlerin hâlihazırdaki “insanlık durumu“yla bağdaşmayan statükosunu zayıflatmaya en fazla hizmet edebilecek bir siyasî program varsa, o da aşağı yukarı şöyle bir şeydir sanırım: İnsan haklarına, hukukun üstünlüğüne, serbest piyasalara ve kuvvetler ayrılığına dayanan, adem-i merkeziyetçi, heterojen-çoğulcu ve dışa açık (gevşek iktisadî ve siyasî sınırlar) bir anayasal birlik. Chandran Kukathas’ın metaforik deyimiyle, “özgür takımadaları”.

Böyle bir genel çerçeve içinde genel olarak izlememiz gereken stratejiyi ise şöyle tanımlıyorum: Bir yandan devleti (ve genel olarak devletleri) zayıflatabilecek her gelişmeyi desteklerken, öte yandan devletin genişleme eğilimine karşı sürekli alarm halinde olmak ve devleti güçlendirecek her yeni girişimin karşısında durmak, özellikle de cebir ima eden ve/veya yağmacı her yasal veya idarî tedbiri geri püskürtmeye çalışmak.

Sanırım, bu program ve stratejiye de “gerçekçi değil” diyemezsiniz.

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir