Türkiye’de geçen 31 Mart’ta mahallî idare seçimleri yapıldı. Son yıllarda âdet olduğu üzere, seçim sonuçları üzerinde siyasî partiler arasında anlaşmazlıklar ortaya çıktı ve hararetli tartışmalar yaşandı. Bu konudaki tecrübesi bir buçuk asra yaklaşan ülkemizde seçim sonuçlarının taraflar arasında halâ kavga-dövüş konusu olması ne hazin tecelli!…
Besbelli ki, bu nahoş durum Türkiye’nin 2013’ten itibaren içine girdiği otoriterleşme süreciyle yakından bağlantılıdır. Hadi bu ‘’geçici’’ bir durumdur diyelim, ama Türkiye’de doğru anlamda (özerk) mahallî idarelerin var olup olmadığı temel bir demokrasi sorunu olarak zaten karşımızda değil midir?… Mahallî idareler Türkiye’nin demokrasi girişiminin en zayıf halkasını oluşturmaktadır.
Mahallî idarelerin önemli sayılmasının başta gelen nedeni, bunların ‘’demokrasinin beşiği’’ olarak görülmesidir. Çünkü, küçük ölçekli birimlerde ‘’kendi kendini yönetim’’ anlamında demokrasinin gerçekleşme şansının daha fazla olduğu düşünülmektedir. Bu birimlerde halkın yerel kamusal sorunlara hem ilgisi hem de vukufu daha fazladır. Bunun da pratik sonucu daha yaygın ve aktif yurttaş katılımı olacaktır. Böylece, yurttaşların ulusal ölçekte demokrasi için de bir tür hazırlık eğitimi almış olacakları varsayılmaktadır.
Öte yandan, mahallî idarelerin ölçeğinin nispeten küçük olması daha etkin bir yönetime imkân verebilir. Halka daha yakın ve onlarla iç içe olmaları sayesinde, bu birimlerin siyasî-idarî görevlileri yerel kamunun sorunları hakkında birinci elden bilgi sahibi olurlar. Bu da yerel düzeyde daha etkin, hızlı ve saydam bir yönetim ihtimalini artırır.
Şu var ki, yerel yönetimden beklenen bu demokratik ve pratik faydaların elde edilebilmesi, yerel yönetim birimlerinin bir yandan özerk ve konumlarının güvencede olmasına, öte yandan da görev alanlarının aslî yetkilileri olmalarına bağlıdır. Oysa, dayandığı merkeziyetçi-devletçi zihniyet ve yerel halka güvensizlik yüzünden Türkiye’nin idarî yapısı buna hiç elverişli değildir.
Bu güvensizliğin bir işareti olarak, Türkiye’de mahallî idarelerin görev alanı son derece dar tutulmuştur. Nitekim, Batı demokrasilerinde mahallî idarelerin yetki alanında olan kolluk, eğitim ve sağlık hizmetleri Türkiye’de merkezî idarenin tekelindedir. Ayrıca, mahallî idareler kendi yörelerinin sorunlarıyla ilgili olarak ne tek ne de aslî yetkili konumundadırlar. Nitekim, Türkiye’de taşrada ikili bir idarî yapı vardır: Mahallî idarenin yanında, onlara paralel ve onların vasîsi konumunda olan merkezî idarenin ‘’taşra teşkilâtı’’ da vardır.
Merkezî idarenin ve onun taşra temsilcilerinin mahallî idareler üzerindeki kapsamlı vesayet yetkisi mahallî ihtiyaç ve sorunların merkezî idare tarafından yerel yöneticilerden daha iyi bilindiği varsayımına dayanmaktadır. Bunun pratik sonucu, mahallî idarelerin yerel halkın ortak sorunlarıyla ilgili olarak karar alma (ve bu arada kendi gelirlerini sağlama) yetkisinin son derece kısıtlı olmasıdır. İdarî vesayet mahallî idarelerin kararlarının merkezî idare tarafından bloke edilmesine veya iptal edilmesine neden olabilmektedir. Kısaca, yerel düzey bakımından demokratik meşrulukları merkezî idareden daha güçlü olmasına rağmen, Türkiye’de mahallî idarelerin ‘’eli-kolu’’ merkezî idare tarafından bağlanmış durumdadır.
Mahallî idarelerin var oluş amaçlarına aykırı olan bu elverişsiz konumu 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında uygulanan olağanüstü halde daha da zayıflatılmıştır. Merkezî idarenin –en başta cumhurbaşkanının- seçilmiş mahallî yönetim organları üzerindeki vesayeti daha da güçlendirilmiştir. Özellikle, niteliği itibariyle kamusal meselelere uygun olmayan ‘’kayyım’’lık müessesesi yoluyla, demokrasinin seçim ilkesi mahallî idareler bakımından marjinal hale getirilmiş durumdadır. Daha da vahim olarak, olağanüstü dönemde getirildiği için ‘’geçici’’ olması gereken bu kurum kanunlaştırılarak kalıcılaştırılmıştır.
Bir de, bu ‘’kayyımlık’’ tedbirinin, Belediye Meclisi’nin İçişleri Bakanının girişimiyle feshedilebildiği (Belediye Kanunu, m. 30) ve belediye başkanlarının ölüm ve istifa dışındaki nedenlerle de yine İçişleri Bakanının inisiyatifi ile görevlerine son verilebildiği (Belediye Kanunu, m. 44) bir sisteme eklendiğini düşününüz. Bu arada, mahallî idare organlarının suç soruşturma veya kovuşturması nedeniyle İçişleri Bakanı tarafından görevden uzaklaştırılabildiğini (Anayasa, m. 127/4) de hatırlayınız.
Hepsi bir yana, özel olarak kayyımlığın kamu alanındaki seçilmiş organ ve makamlar için hiç de uygun olmadığını anlamak için, belediye organlarının durumunu ulusal düzeydeki parlamento ve hükümetinkiyle karşılaştırmak yararlı olabilir: Bu durum TBMM ve hükümet için de ‘’kayyım’’ atanmasına benzemiyor mu?…
Meclise ve hükümete birileri ‘’kayyım’’ atamak isteseydi, bu antidemokratik olmaz mı ve buna ‘’darbe’’ demez miydiniz?…