Türkiye’de kanunlar var mı, var. Kanunları uygulamakla görevli mahkemeler ve hâkimler var mı, var. Peki, Türkiye’de hukuk var mı, yok.
Evet, Türkiye’de “hukuk” yok. Peki nasıl oluyor da kanunlar ve mahkemeler var olduğu halde hukuk yok oluyor?…
İlk akla gelen cevap herhalde şu olurdu: Evet, kanunlar var ama bunlar sahici anlamda kanun değil; mahkemeler de var ama onlar da tam olarak mahkeme değil. Kanunlar kanun değil, çünkü adalet idesiyle bağları kopmuş; mahkemeler mahkeme değil, çünkü, işlevleri hakkı teslim etmek ve adalet dağıtmak değil.
Kanunlar kanun değil de ne peki?… Kanunlar (ve öncelikle de “kanun hükmünde kararnâme”ler) aslında bir tür padişah fermanları. Onları kanun (veya kararnâme) yapan şey, bir haklar düzenini temsil etmeleri ve bünyelerinde adalet değerini yansıtmaları değil. Türkiye’deki kanunlar, aksine, sınırsız ve sorumsuz bir egemenin irade açıklamalarından ibaret. Bundan daha da vahim olarak, mahkemeler de adalet dağıtan merciler değil de aslında egemenin buyruklarının icra araçlarından ibaret.
Bir ülkede gerçekten hukukun var olup olmadığını anlamanın, bu söylediklerimle de bağlantılı olan başka bir pratik yolu, orada “hukukun evrensel ilkeleri”ne fiilen riayet edilip edilmediğine veya ne ölçüde riayet edildiğine bakmaktır. Çünkü, “hukuk” denen şeyin özü bu ilkelerde yansıyan değerlerdiri Aslında “hukuk nosyonu”ndan söz ettiğimizde esas olarak bunu kastederiz. Buna bazan “evrensel hukuk” deniyor. Evrensel hukuk, evrendeki hukuk sistemlerinin içerdiği normların toplamı veya hatta onların hülasası demek değildir. Evrensel hukuk, bir normatif sistemi “hukuk” olarak adlandırmamızı hak eden ortak özdür. Bu öz Batılı veya Doğulu değil, ulus-aşırıdır, kültür-aşırıdır.
İlkelerin varlığı şu veya bu hukuk sisteminin varlığından bağımsızdır; bütün hukuk sistemlerine nüfuz etmiş olan anlayış ve değerlerdir onlar. İlke, belli bir temel değerin korunmasına ilişkin genel ve soyut bir gerekliliği ifade eder. İlkeler genel bir yön belirtirken, kurallar somut bir davranış tarzını öngörürler. Kuraldan veya normdan farklı olarak, bir hukuk ilkesi hukukî bir soruna otomatik bir cevap vermez. Hukukun evrensel ilkeleri hukuk normlarının anlamını belirlemede yol gösterici bir işleve sahiptirler. Bu arada, “hukukun evrensel ilkeleri” daha özel anlamdaki ilkelerle, yani belli bir hukuk sistemine onun tutarlılık ve bütünlüğünü kazandıran, onun sürekliliğini sağlayan ilkelerle aynı şey değildir.
Hukukun evrensel ilkeleri genellikle mahkemeler tarafından keşfedilmiş veya formüle edilmişlerdir. Ulusal ve uluslararası yargı yerlerinin bu şekilde hukukun evrensel ilkeleri olarak niteledikleri başlıca ilkeleri şu şekilde belirtebiliriz: Özgürlük karinesi, iyi niyet, ahde vefa, kazanılmış haklara saygı, kişilere eşit muamele, hakların kötüye kullanılmaması, kanunların genelliği, hukukî istikrar, kanunların anlaşılabilir ve açık-seçik olması, kanunların geçmişe yürümezliği, aynı fiilden iki kere yargılanma olamayacağı, kimsenin sahip olduğu haklardan fazlasını devredemeyeceği, haksız olarak verilen zararın tazmini, sorumluluğun kusura dayanması, kesin hükme saygı, hak arama özgürlüğü, savunma haklarına saygı (âdil yargılama), tabiî hâkim, suçsuzluk karinesi, kanunsuz suç ve ceza olmaz, ceza sorumluluğunun şahsîliği, kimsenin kendi hatasından yararlanamaması, şüpheli ve sanığın bir avukat tarafından temsil edilme hakkı, ölçülülük, mücbir sebep, idarenin kanuniliği…
Kısaca, eğer bir ülkede hukuk uygulamasında bu ilkelerin çoğuna uyuluyorsa, orada “hukuk” vardır diyebiliriz. Şimdi kendimize soralım: Bugünün Türkiye’sinde kanun yapımında ve uygulamasında yukarıda sayılan evrensel ilkelerin çoğuna riayet edildiğini gönül rahatlığıyla söyleyebilir miyiz?…
Veya şöyle soralım: Özgürlük yerine yasağın esas olduğu, insanlara kanunların öngörmediği sözde suçlar isnat edildiği, kanunların geçmişe yürütüldüğü, şüpheli veya sanık yerine yakınlarının gözaltına alındığı, sanıklardan kendilerine isnat edilen suçları işlemediklerini ispat etmelerinin istendiği (masum olduklarını kanıtlamadıkça suçlu sayılmaları), tutuklamanın otomatikleştiği, şüpheli ve sanıkları hukuken temsil etmenin suç şüphesi sayıldığı (avukatların mesleklerini yaptıkları için şüpheli veya sanık durumuna düşürüldüğü), siyasî ve ideolojik sâiklerle ayrımcılığın standart uygulama haline geldiği, kanunlar ve diğer düzenlemelerin sık sık ve keyfî olarak değiştirildiği, iktidarın siyasî amaçlarına hizmet etmek üzere mahkemelerin kurulduğu, yönetmelik ve genelgelerle, hatta idarî emirle istenmedik kişilerin haklarının iptal edildiği ve mal-mülklerine el konduğu, kamu görevlilerinin statülerinin keyfî olarak iptal edildiği, insanların sempati veya antipatilerinden dolayı hapse atıldığı, “kazanılmış hak” diye bir şeyin tanınmadığı, hak arama özgürlüğünün kaldırıldığı (idarî birimlerin mahkemelerin işlevini üstlendiği)… Türkiye’de hukuktan söz edilebilir mi?…
Evet, demek ki, boşuna “Türkiye’de hukuk yok” dememişim.
(Ortak Söz, 28 Haziran 2017)