Türkiye’nin başlangıcı Osmanlı Tanzimat’ının biraz öncesine kadar giden ve önceleri ‘’Avrupalılaşma’’ daha sonra ise ‘’Batılılaşma’’ olarak adlandırılan uzun modernleşme sürecinin ana referansı ağırlıklı olarak Batı Avrupa olmuştur. Cumhuriyet’e geçilmesiyle birlikte ’’muasır medeniyetler seviyesi’’nin üstüne çıkma olarak tanımlanmış olan hedefin merkezinde de yine Batı Avrupa’nın yer aldığı açıktır. Aşağı yukarı 1950’lerden itibaren, esas olarak güvenlik nedenleriyle bu referans halkasına ‘’Amerika’’nın da dahil olmasına, hatta popüler imajda ”modernlik” o tarihlerden beri Avrupa’dan ziyade ABD’yi çağrıştırmasına rağmen, Türkiye’deki Amerikan etkisi büyük ölçüde siyasî-diplomatik ve askerî alanla sınırlı kalmıştır.
Yine 1950’lerden itibaren Türkiye Avrupa’yla daha yakın bir ilişki içine girerek, önce Avrupa uygarlığının siyasî-hukukî değerlerini sembolleştiren ‘’Avrupa Konseyi’’ne katılmış ve onun insan hakları koruma mekanizmasına dâhil olmuş, ardından ‘’birleşik bir Avrupa’’ idealinin somutlaşması ve kurumsal çatısı olan Avrupa Birliği’ne üye olma hedefine odaklanmıştır. Böylece, görünüşe göre, Avrupa ‘’çağdaş uygarlığı’’ Türkiye için bir tür ‘’romantik aşk’’ konusu olmaktan çıkarak Avrupa uygarlık projesine dâhil olmayı amaçlayan sahici bir hedef haline gelmiştir.
Son cümledeki ‘’görünüşe göre’’ ibaresinin ima ettiği kuşkuyu açık bir soruya dönüştürelim: Türkiye’nin devlet seçkinleri, hatta siyasetçileri, gerek genel olarak ‘’çağdaş uygarlık’’ hedefinden söz ederken, gerekse -kültürel delâletleri de olan- Avrupa siyasî değerlerini koruyup güçlendirmeyi amaçlayan kurumlara katılır veya katılmaya çalışırken samimî midirler? Başka bir deyişle, devlet ve siyaset erkânımız Avrupa değerlerine inandıkları için mi, bu değerlerin Türkiye’de kök salmasını ve pekişmesini gerçekten istedikleri için mi bu girişimlerde bulunuyorlar; yoksa daha pragmatik bir amaç peşinde midirler?…
Olup bitenlere baktığımda, bana ikinci ihtimal daha doğruymuş gibi görünüyor. Şöyle ki: İlk olarak, diyelim ki bizimkiler Avrupa Konseyi mekanizmalarına ve Avrupa Birliği’ne katılmanın ifade ettiği gerçek anlamın farkında değildi(r)ler. Yani bu kurumların, özellikle de ilkinin arkasında yatan asıl amacın Avrupa uygarlığının değerlerini korumak ve güçlendirmek olduğunu, dolayısıyla Türkiye’nin bunlara katılmasının da bir ‘’medeniyet projesi’’ne dâhil olmak anlamına geldiğini bilmediklerini varsayalım. Ben buna pek ihtimal vermiyorum. Türkiye’de devleti yöneten iradeye rehberlik eden akıl ve bilgi kapasitesi bugün çok düşmüş olsa da, devlet ve siyaset erkânımız yine de bunları idrak edemeyecek kadar da akıl ve fikir yoksunu olmasalar gerektir!
Onun için, sanırım bu meselede daha doğru olan ikinci ihtimaldir. Yani, Türkiye’yi yönetenler söz konusu Avrupa siyasî kurumlarının aslında bir medeniyet projesini temsil ettiklerini bal gibi biliyorlar ve işte tam da bu nedenle bu meselede ayak sürüyorlar. Ayak sürüyorlar, çünkü bizim ‘’hikmet-i hükûmet’’çi devlet felsefemiz Türkiye toplumunun, varlığını devlete borçlu olmadıkları ‘’doğal’’ insan haklarına sahip özgür ve özerk bireylerden oluşan, çoğulcu ve açık bir toplum olmasını devlet için bir tehdit olarak görüyor. ‘’Türk devleti’’, yurttaşlarının kendi sınırları içine hapsolmasını, dış dünya hakkında bilgisiz ve ilgisiz kalmasını ve ayrıca o diyarlardan kimilerinin halkımızın kaderine ilgi duyarak ‘’ulusal egemenliğimiz’’e müdahale edememelerini kendi ‘’bekası’’ için şart görmektedir.
Hikmet-i hükûmetin bekçileri, ayrıca, etnik-kültürel bakımdan türdeş bir tebaa arayışı içindedirler; onun için devletin hep ‘’Türk Devleti’’ olarak kalmasını istiyor ve dolayısıyla, (Sünnî-) Türk olmayanlar ile gayrimüslim azınlıkların ‘’eksik yurttaş’’ olmanın ötesine hiçbir zaman geçmemelerini sağlamak için çalışıyorlar. Elbette, bütün bunları ‘’tam Avrupalı’’ olarak yapmalarına imkân yoktur; Avrupalı olmayı ister gibi görünüp bunun gereklerini yerine getirmekten ısrarla kaçınmaları bundandır.
Peki, buna rağmen Türkiye niçin halâ Avrupa kurumları içinde kalmaya devam ediyor?… Devlet bekçilerimizin bazı pratik, pragmatik kaygıları var da ondan. Bunlar arasında, kimi devlet ve siyaset adamlarının Avrupa kurum ve mekanizmaları sayesinde hukukun üstünlüğü ve temel haklar meselelerinde sağlanacak iyileştirmeler yoluyla Türkiye’nin geleneksel devlet baskıcılığını kısmen de olsa gevşetmek istemeleri gibi makul nedenler de vardır.
Ama asıl nedenler daha pagmatik, hatta oportünitsçedir. ‘’Birinci Dünya’’ içinde yer almanın ve Avrupa değerlerini benimsiyormuş gibi görünmenin uluslararası topum nezdinde siyasî bakımdan avantajlı olması; bu yakınlık ve ilişkilerin Türkiye’ye hatırı sayılır bir güvenlik desteği (hatta garantisi) ve birazcık ta refah desteği sağlaması; daha özel olarak ta son yıllarda ağırlanan milyonlarca Suriye’li göçmen karşılığında büyük malî destek elde edilmesi… gibi.
Kısaca mesele sadece bugünkü iktidarın ilkesizliği değil, Türk devletinin doğasıdır. (Diyalog, 27 Haziran 2021)