Türkiye’de devletin birlik-bütünlüğü ve bekâsı ile milletin birlik-bütünlüğü ve bekâsı, aralarındaki uzlaşmaz görünen görüş ayrılıklarına rağmen, laikçilerle dincileri birleştiren önceliklerdir. Esasen, ‘’devletçilik’’ ile ‘’milliyetçilik’’ baştan beri Türkiye Cumhuriyeti’nin iki karakteristik vasfıdır. Kürt sorununun barışçı bir şekilde çözülmesini engelleyen de temelde bu devletçi-milliyetçi saplantıdır. Kısaca, Türkiye’de ‘’hikmet-i hükümet’’ (raison d’etat) hükmünü yürütüyor, gerisi ayrıntıdır.

Özellikle Kürt sorunu bağlamında bunun böyle olduğunu yeniden teyit eden olaylara hemen hemen her gün tanık oluyoruz. Başta HDP olmak üzere muhalefete mensup milletvekilleri için dokunulmazlığı çoğunluk partisi veya partiler blokunun istediklerinde geri alabilecekleri bir bağışa çeviren mahut Anayasa değişikliğini ve onu izleyen talihsiz gelişmeleri hatırlıyorsunuz. Kürt siyasî hareketini düşmanlaştırmayı amaçlayan bu süreçle bağlantılı olarak, en son olarak da, bu ayın başlarında (CHP’li Enis Berberoğlu’nun yanında) iki HDP milletvekilinin milletvekilliği düşürüldü.

Öte yandan ‘’son Türk devletini bölüp parçalamayı’’ amaçladığı söylenen PKK’ya yönelik sonu gelmeyen Kuzey Irak hava harekâtları da düzenli olarak devam ediyor. Bu arada, en son harekâtın Türkiye’nin resmî dostu sayılan özerk Kürdistan yönetimini ve halkını taciz ettiği anlaşılıyor. Nitekim, Kürdistan Yurtseverler Birliği BM Güvenlik Konseyi’ni Türkiye’ye karşı göreve çağırdı. İddiaya göre, hava harekâtında atılan bombaların bir kısmı Süleymaniye’ye düşerek 3 sivilin ölümüne yol açmış.

Başka bir güncel haberde de, polisin Diyarbakır’da Demokratik Toplum Kongresi binasına ve birçok eve baskın düzenleyerek çok sayıda kişiyi gözaltına aldığı belirtiliyor. Ama bu meseleyle ilgili olarak, bana göre en anlamlı güncel haber şu: Türkiye’nin savcıları ve mahkemeleri (elbette sadece onlar değil) halâ Kürtçe’yi ‘’anlaşılmayan bir dil’’ olarak nitelemeye devam ediyorlar. Habere göre, gazeteci Ferda Yılmazoğlu ile HDP üyesi Seyhan Çiçekli’nin yargılandığı davada kimlik tespitinin Kürtçe yapılması talebinin Kürtçenin ‘’anlaşılmayan bir dil’’ olduğu gerekçesiyle reddedilmesine ilişkin savcılık görüşü mahkemece de benimsenmiş.

Kısaca, Türkiye Cumhuriyeti Kürt sorununun varlığını tanımamakta inat ediyor; yani, devlet karşısında sadece ‘’ayrılıkçı terör’’ görüyor. Öyle olmasaydı, bu büyük toplumsal-siyasal soruna güvenlikçi yaklaşımı terk eder ve sorunun varlığını kabul ederek barışçı çözüm yolları arardı. Oysa, yaşanan bunca tecrübe, her iki taraftan kaybedilen nice hayatlar, sebil edilen kanlar ve sebep olunan muazzam fizikî tahribatın karşılıklı derin acılara yol açmak dışında hiçbir işe yaramadığını en ‘’kara vicdanlılar’’a bile göstermiş olmalıydı.

Aslında, bırakalım vicdanı, adaleti ve hakkı-hukuku, aklı başında bir ‘’hikmet-i hükümet’’çi anlayış bu meselenin barışçı bir şekilde hallinin devletin kendi iyiliği için bile şart olduğunu idrak edebilirdi. Anlaşılan, Türkiye’nin bugünkü statüko güçleri, ancak paradigmatik bir değişim sayesinde mümkün olmuş olan ‘’devletin bekâsı’’nı temine yönelik o bildik modernleşme reformlarına cesaret eden Tanzimat paşaları kadar akıllı değilmiş. (Gerçi buna şaşırmadım).

Dahası, sadece ‘’devletin bekâsı’’ değil, biz yurttaşların asıl kaygılanmamız gereken Türkiye’nin özgürlüğü ve demokrasisi de önemli ölçüde Kürt sorununun çözümüne bağlıdır. Yine tecrübe gösteriyor ki, bu sorun çözülmediği sürece Türkiye’nin özgürleşmesi mümkün değildir. (Yıllar evvel bu düşünceyle ‘’Bizi Kürtler Özgürleştirecek’’ diye yazmıştım.) Çünkü, Kürt sorununun varlığı statüko güçleri tarafından Türkiye’nin sürekli bir resmî veya fiilî olağanüstü halde yaşatılmasının bahanesi yapılmaktadır; ‘’olağanüstü halde’’, yani özgürlüksüz, haksız-hukuksuz ve demokrasisiz bir rejimde….

Bu olağanüstülüğün devamı (yani, hiç bitmemesi) aynı zamanda statüko bekçileri için iktidar garantisi demektir. AKP’nin son yıllarda statükonun muhafazası misyonuna dümen kırarak ‘’muhafızlar koalisyonu’’nda baş role soyunması (başka bir deyişle, devletçi-milliyetçiliğe angaje olması) da bu bağlamda daha anlamlı hale gelmektedir. Hâlihazırdaki ilân-edilmemiş veya fiilî olağanüstü rejimdeki iktidar pozisyonunu koruyabilmek için, malum muhafızlar koalisyonunun ‘’Kürt tehlikesi’’nin (ve ayrıca ‘’FETÖ tehlikesi’’nin de) gündemden düşmemesine ihtiyacı var.

Kısaca, Türkiye halkının dirlik-düzenlik ve esenliği büyük ölçüde Kürt sorununun barışçı-demokratik yoldan çözülmesine bağlıdır. Geçici iktidar avantajları uğruna bunu görmezlikten gelmek, korkarım ki, hem görmezlikten gelenleri hem de genel olarak Türkiye’yi daha istenmedik durumlara sürükleyecektir.

(Diyalog, 28 Haziran 2020)

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir