Milliyetçi Hareket Partisi lideri Alparslan Türkeş’in ölümü, ilk bakışta garip gelecek biçimde, devletin ve bütün basın-yayın organlarının aşırı bir saygı gösterisiyle birlikte onun kişiliğine sahip çıkmalarına yol açtı. Olayın garip görünmesinin nedeni şu: Türkeş’in bilinen kariyerini karakterize eden, mahiyeti açıkça belli bir milliyetçilik çizgisinin militanca bayraktarlığını üstlenmiş olmasıydı. Bu ise çoğulcu demokrasi olmak iddiasındaki bir devletin ve çoğulculuğun bir unsuru olan medyanın en azından sempati duymaması beklenen bir özellik gibi görünüyor. Üstelik, devlet geçmişte Türkeş’in temsil ettiği milliyetçi siyasetle zaman zaman açık bir kavga içinde olmuş ve bu politikadan Türkeş ve yandaşlarının payına düşen de çok kere devlet tarafından kovuşturulmak ve hapse atılmak olmuştur.
Öyleyse, Alparslan Türkeş neden ömrünün son yıllarında devlet ve medya tarafından saygın bir devlet adamı, hatta bir ‘’siyaset bilgesi’’ muamelesi görmüştür? Bunun kadar ilginç olan [başka] bir nokta da, ölümünden önceki son bir-bir buçuk yılda ‘’merkez sağ’’ın toparlanmasında rol alması ilgili liderlerce olağan görülecek kadar, Türkeş’in ‘’merkez sağ’’ bir çizgiye yaklaştığının neredeyse genel bir kabul görmeye başlamış olmasıydı. Bütün bu garip görünen olayların bir açıklaması olmalı…
Aslında bu tutum değişikliğinin bir ‘’açıklaması’’ var. Bu açıklamanın nirengi noktalarını kısaca belirtmeye çalışayım. Birinci nokta şu: Aslında Türkeş’in ideolojik çizgisinde herhangi bir ciddî değişiklik meydana gelmemişti. Bu arada onun ‘’merkez sağ’’ bir politik pozisyona demir attığı tam bir hayaldi. Türkeş gerek iç gerekse dış sorunlardaki tutumu bakımından hep aynı Türkeş’ti. Aslında değişen Türkeş değil, devlet ile ‘’merkez sağ’’ denen partilerdi.
Devletin nasıl değiştiğine bakarsak, ilk dikkati çeken nokta, devletin son yıllarda gitgide daha fazla milliyetçileştiği olgusudur. 1982 Anayasası zaten ‘’Atatürk milliyetçiliği’’ni devletin tanımlayıcı nitelikleri arasına katmıştı. Atatürk milliyetçiliği gerçi Türkeşci milliyetçilikten farklı sayılıyordu. Meselâ onun irredantist ve şövenist olmadığı, ayrıca ‘’millet’’i ırkla değil [de] siyasî birlik iradesiyle –ve bir ölçüde(laik)kültürle- tanımladığı söyleniyordu. Ne var ki, milliyetçiliği bir kere devletin anayasal vasfı haline getirdiğinizde, bu doktrinin bütün versiyonları için peşinen açık kapı bırakıyorsunuz demektir. Kaldı ki, eğer Cumhuriyet Türkiye’sinin siyasî pratiği ‘’Atatürk milliyetçiliğinin bir uygulaması idiyse, bu pratikte irredantist ve ırkçı yönelimlerin hiç yer tutmamış olduğu da söylenemez.
Üstelik, uygulamadaki bu [milliyetçi] yönelim bir yandan Kafkasya ve Orta-Asya’daki ‘’Türkî’’ halkların Sovyet egemenliğinden kurtulmalarıyla, bir yandan da içte Kürt sorunun belirginleşmesiyle iyice su yüzüne çıktı. O kadar ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin hem içe hem dışa dönük politikası milliyetçi bir nitelik kazandı. Örneğin, ‘’Adriyatik’ten Çin seddine’’ perspektifi Türk dış politikasının ana istikametlerinden biri[nin tanımı] haline geldi. Bu ise MHP’nin hem devlet nezdinde –kısmen toplum nezdinde de- meşrulaşmasına, hem de onun ‘’dış Türkler’’le ilgili emellerinin resmî devlet politikası hüviyeti kazanmasına hizmet etti.
Öte yandan, son yıllarda Kürt sorununun iç politikanın odak noktası haline gelmesi –ki bunun dış politika üzerinde de bazı yansımaları olmuştur- siyaset geleneği özgürlükçü-demokratik çözümlere zaten yatkın olmayan devlet seçkinlerini görünüşte kolay olan bir yola sevk etti. Devlet bu sorun karşısında bir yandan kaba kuvvete başvurmayı tek çare olarak görürken, öbür yandan da bu politikasına toplumdan ‘’meşruluk’’ devşirmek için milliyetçi bir retoriğe sarıldı. Bunun çok tipik bir kanıtı, bu dönemde devletin radyo ve televizyonlarının izleyicilerini kaba bir milliyetçi retorik ve sembolizmin adeta bombardımanına maruz bırakan yayın politikası izlemeleridir. Hatta resmî mahfiller ve onlara yakın duran gazeteci ve yazar-çizer taifesi işi o kadar ileri götürdüler ki, Kürt sorununa çoğulcu-demokratik çözümler önerenleri ‘’hain’’ ilân etmeye başladılar. Bu histerik yaftalamadan eski Cumhurbaşkanı Özal’ın bile kurtulamamış olduğunu hatırlayınız. Bu resmî politika ile Türkeş’in ‘’ne mozayiği ulan!’’ haykırışında ifadesini bulan saldırgan tutumu arasında herhangi bir öz farkı bulunmadığı açıktır.
Devleti Türkeş çizgisine yaklaştıran başka bir etken de Refah Partisi’nin [temsil ettiği] İslamın yükselişi karşısında kendisine yeni müttefikler bulma kaygısı oldu. Türkeş burada da ‘’laikliği koruma’’ telâşı içindeki devletin adeta doğal müttefiki gibi görünüyordu. Öyle ya, meselâ BBP’nin İslâmî kaygılar da taşıyan muhafazakâr milliyetçiliğine karşı Türkeş ‘’laik milliyetçilik’’i temsil etmiyor muydu ve üstelik Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu en büyük iki tehlikeden birinin ‘’şeriat’’ olduğunu- diğeri ‘’bölücülük’’tü- açıkça söyleyen Türkeş değil miydi?…”
Devletin uğradığı bu değişimin- belki de kuvveden fiile çıkan temel karakterinin- ‘’Devletin partileri’’ni etkilememesi düşünülemezdi. Nitekim öyle de oldu. Devletin partileri olarak, sağıyla soluyla merkezdeki partilerin hepsinde devletteki yönelime paralel olarak milliyetçi doz gitgide arttı. ‘’Sol’’ sayılanlar zaten resmî milliyetçilik veya ‘’ulusalcılık’’ geleneğinden geliyorlardı ve bu gelenekte ne ‘’Kürt bölücülüğü’’ne yer vardı, ne de ‘’laiklik düşmanlığı’’na müsamahaya… Haliyle bunların içinde iki anlamda da ‘’ayrık otları’’ yeşeremezdi; yeşerir gibi olanları da ya budadılar ya da sindirdiler.
‘’Sağ’’ sayılanlar ise öteden beri daha muhafazakâr ve az çok ‘’millet-temelli’’ (sivil) olan milliyetçiliklerini gitgide devlete endeksli hale getirdiler. ‘’Fena fil millet’’ten (millette yok olmak’tan) ‘’fena fid devlet’’e (devlette yok olma’ya) geçtiler. Böylece ‘’merkez sağ’’, kendi siyasî geleneğine ve temsil etme iddiasında olduğu toplum kesimlerinin özlemlerine ters düşme pahasına, gitgide daha fazla devletçi ve laikçi bir hüviyet kazandı. Bu suretle ANAP ve DYP gibi partiler hem Kürt orununda hem de laiklik meselesinde devletin ve dolayısıyla MHP’nin politikasıyla kolayca uyum sağlayabildiler. Kaldı ki, öteden beri gerek ANAP’ta gerekse DYP’de Türkeşçi milliyetçiliğin –fikir ve şahsiyetler olarak- yeri de var olagelmiştir. Bu, herhangi Bir batı demokrasisinde vukuu yadırganacak şekilde, liberal-demokrat olmak iddiasındaki partilerin liderlerinin ‘’aşırı sağcı’’ bir partinin liderine daha sağlığında özel bir saygı ve hayranlık çabası içinde görünmelerinden de kolayca anlaşılabilir.
Sonuç olarak denebilir ki, Alparslan Türkeş’in bugün pek çok kişinin hayranlıkla belirttiği ‘’bilgeliği’’ demokratik liderlik tecrübesi içinde hakkıyla kazanılmış, derin bir siyasî vukufa işaret eden sivil bir bilgelik değildir. Türkeş’in ‘’bilgeliği’’ devletin kendisine bağışladığı resmî bir unvan veya payeden ibarettir. (Radikal, 12 Nisan 1997)