Türkiye’de kendi aydınlarının da desteğini alan muhafazakâr siyasetçiler ve bürokratların sık sık ‘’millî ve manevî değerlerimiz’’den övgüyle bahsettiklerini ve hatta bu değerlere yeterince saygı gösterilmediğinden yakındıklarını duymaya alışmışızdır. Bu kaygılı muhafazakârlığın diline zaman içinde seküler hayat tarzına sahip olan kimi kesimlere de sempatik gelen ‘’yerlilik ve millilik’’ vurgusu eklendi. Belki bunun da etkisiyle, son zamanlarda nispeten daha seküler bir kavram olarak ‘’toplumun değerleri’’ formülü öne çıkmaya başladı.

Gerçi, ‘’toplumun değerleri’’ne sırf kültürel bir kaygıyla –‘’millî kültür’’ün korunması kaygısıyla- sınırlı olarak atıf yapılması halinde bu normal bir durum olarak görülebilir. Esasen, dindar-muhafazakâr olsun seküler olsun, çoğu kişi toplumun farklı kesimlerinin paylaştığı bazı değerlerin varlığını ‘’toplum’’ olarak (ayrı bir toplum olarak) var olmanın bir şartı olarak görür. Evet, toplumun barışçı ve üretken bir işbirliği girişimi olarak varlığının buna elverişli olan ortak kurallara ve bir ölçüde de paylaşılan değerlere bağlı olduğu doğrudur; ama bazı kayıtlarla.

İlk olarak şunu belirtmemiz gerekir: Homojen ve monoblok bir ‘’toplumun değerleri’’nin varlığından söz edilemez. Bu, gerçek hayatta karşılığı olmayan saçma bir varsayımdır. Çünkü toplum değerler bakımından farklılaşmış ve çoğul bir formasyondur. Onun için, homojen bir ‘’toplumun değerleri’’nden söz edenler aslında kendi değerleri ve hayat tarzlarını toplumun geri kalanına dayatmak isteyenlerdir.

İkinci olarak, toplumda paylaşılan (ortak) değerlerin işaret edilen işleve hizmet etmesi onların kapsam bakımından çok geniş olmamasına bağlıdır. Başka bir deyişle, ortak değerlerin hayatın her alanını kapsaması ve toplumun bütün fertlerinin her konuda aynı fikirde olması beklentisi toplumun barışçı bir işbirliği girişimi olması amacına hizmet etmez. Ahlâkî çoğulculuk ve kültürel çeşitlilik gerçeği toplumu oluşturan muhtelif kişiler ve grupların benimsedikleri değerler arasında kısmî bir örtüşme imkânını dışlamazsa da, toplumun bütün üyelerinin her bakımdan tam bir mutabakat halinde olmaları diye bir ihtimal yoktur.

Üçüncüsü, kültürel değerlerin korunması devletin bir görevi olarak görülmediği ve gönüllülüğe dayalı sivil çabalara bağlı olduğu sürece, toplumun genel sağlığı bakımından önemli bir sorun yoktur. Problem ‘’toplumun değerleri’’ oldukları varsayılanların devlet eliyle desteklenmek istemesi veya bağlayıcı sayılması durumunda ortaya çıkar. Toplum ahlâkî ve kültürel bakımdan çoğulcu bir yapıda olduğu için, böyle bir girişim toplumsal barışı yıkıcı bir etki yapar. Çünkü, açıktır ki, kültür meselesi siyasileşince, hangi değerlerin korunması gereken ‘’toplumun değerleri’’ olduğu siyasî kararlarla belirlenecek ve böyle bir belirleme de ister istemez keyfî olacaktır. Ayrıca, devletin belirli kültürel değerleri desteklemesi hem o değerleri benimsemeyen toplum kesimlerine hayat tarzı dayatılmasıyla sonuçlanacağı, hem de bu politikanın maliyeti herkese yükleneceği için adaletsiz bir durum yaratacaktır.  

Dördüncüsü, imkânsıza yakın bir ihtimal olarak, ‘’toplumun değerleri’’ gerçekten de toplumun bütün kesimlerinin paylaştığı değerler olsa bile, belli bir anda baskın olan değerleri devlet eliyle korumak gelecek kuşakların kendi değerlerini ve hayat tarzını belirlemek konusundaki seçeneklerini kısıtlamak anlamına gelecektir.  

Son olarak, ortak değerlere sahip olması bir toplumun barışçı, adil ve üretken bir birlikte-varoluş biçimi olduğunun garantisi değildir. Şu veya bu toplumun ortak değerleri saldırgan şiddetin reddi, insan onuruna ve kişilerin haklarına saygı, başkalarının zararına olacak şekilde avantaj arayışından kaçınma, eylemlerinin sorumluluğunu üstlenme… gibi medeniliğin gerekleriyle örtüşmeyebilir. Bu nedenle, şu veya bu değerler stoğunun bir toplumda yaygın olarak benimseniyor olması onların zorunlu olarak korunmayı, desteklenmeyi ve gelecek kuşaklara aktarılmayı hak ettikleri anlamına gelmez.

***    

Şimdi ‘’toplumun değerleri’’ perspektifinin hukuk uygulamasında yol açtığı tuhaflıklara bir örnek verelim. Mayıs 2016’da Türkiye’de bir mahkemenin kararının gerekçesinde yer alan şu ifadelere bakınız:

“Unutulmamalıdır ki, hâkimler sadece hukuka ve vicdana uygun karar vermezler.’’

‘’Hiçbir hâkimin içinde yaşadığı toplumdan koparak farklı hareket etme hakkı ve lüksü yoktur.’’

‘’Mahkememiz, içinde yaşanılan toplumda büyük kesimi oluşturan İslamî dinsel topluluğunun inançlarına, doğrularına saygı duymakla yükümlü olup, bu realiteyi de görebilecek yeterliliktedir.”

Bu gerekçeyi kaleme alan yargıç kendince yargılamaya ilişkin genel bir ilke formüle etmeye çalışıyor ve diyor ki, mahkemeler önlerine gelen hukukî uyuşmazlıklar hakkında karar verirken sadece hukukla değil, belli bir anda toplumda hâkim olan değerlerle de bağlıdırlar. Oysa, ister genel olarak ‘’hukuk bilimi’’ isterse Türk pozitif hukuku referans alınsın, gerçekte mahkemeleri bağlayan böyle bir kural veya ilke yoktur. Mahkemeleri hukukun dışına çıkmaya, hukuktan başka bir kurum veya değeri referans almaya teşvik eden bu önermenin yanlış olduğu şüphe götürmez.

Ama davanın yargıcı asıl niyetini son cümlede dile getirmiş: Mahkemeler çoğunluğu oluşturan ‘’İslâmî dinsel topluluğun inançlarına, doğrularına saygı duymakla yükümlü’’dürler. Bu önermenin de yanlış olduğu açıktır: Medenî toplumlarda mahkemeler topluma (toplumun inanç ve değerlerine) değil hukuka uymakla yükümlüdürler. Bu yükümlülük yürürlükteki hukuku adaletin gerekleriyle bağdaşan bir şekilde anlayıp yorumlamayı da elbette içerir, ama mahkemelerin toplumun değerlerine uymaya çalışması bu yükümlülüğün kapsamında değildir. 

Öte yandan, hukukta ‘’saygı duyma’’nın anlamı kişilerin haklarına riayet etmektir, bu ise zorunlu olarak kişilerin inanç ve görüşlerini takdir etmeyi içermez. Mahkemeler ise görevlerini elbette davanın taraflarına saygı çerçevesinde yerine getirmelidirler, ama onların işi esas olarak tarafların -uyuşmazlık konusuyla ilgili- haklarını belirlemektir. Bu görevin onların inançlarına saygı göstermekle ilgisi yoktur. Esasen, mahkemeler kişilere saygıyla muamele ederken onların inançları karşısında nötr olmak durumundadırlar.

Yukarıda gerekçeli kararından alıntı yaptığım davada mahkeme Müslümanları rahatsız eden bazı karikatürleri yayımlayan gazetecilerin bu davranışını ifade ve basın özgürlüğü hakkının meşru bir kullanımı saymayıp, sanıkları ceza mahkûmiyetine çarptırmıştır. Bu da, kararın gerekçesinde yer verilen Sünnî-Müslüman çoğunluğun ‘’inançlarına, doğrularına’’ mahkemelerin saygı duymakla yükümlü oldukları şeklindeki önermeyle kastedilenin, terimin hukukî anlamına aykırı olarak, toplumda baskın konumdaki inanç ve değerlerin eleştirilmemesi ve hatta onlara uygun karar verilmesi olduğunu göstermektedir.  Oysa, hiç kimsenin veya -ister büyük ister küçük olsun- hiçbir topluluğun inanç ve kanaatleri eleştiriden muaf değildir. Esasen, ifade özgürlüğünün herkes için temel bir hak olmasının amacı toplumdaki baskın inanç ve görüşlere muhalefet eden veya onları eleştirenleri (çoğunluğa karşı) korumaktır. 

‘’Toplumun değerleri’’ne saygı endişesinin bu şekilde hukuku yozlaştırması gibi, aynı endişe siyasete taşındığında da baskıcı bir sosyal mühendislikle sonuçlanır. Bunu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yukarıda işaret ettiğim mahkeme kararından tam bir yıl sonra (Mayıs 2017’de), o tarih itibariyle 14 yıldır kesintisiz iktidarda olmalarına rağmen ‘’halâ sosyal ve kültürel iktidar’’larını kuramadıklarından yakınmasında da görüyoruz. O konuşmada açığa vurduğu niyetinden ve diğer söylediklerinden anlaşılıyor ki, Cumhurbaşkanı ‘’milletin değerleri’’ni bütün bir topluma dayatmak için devlet gücünü kullanmanın kendisinin -ve partisinin- ‘’demokratik’’ bir hakkı olduğunu düşünüyor(du).  Cumhurbaşkanının değerlerine atıf yaptığı ‘’millet’’ ise -o konuşmayı Ensar Vakfı’nda yapmış olmasının da gösterdiği gibi- inançları, değerleri ve hayat tarzları bakımından Sünnî İslâm’ın geleneksel yorumuna bağlı olan çoğunluktur. (PolitikYol, 7 Haziran 2023)

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir