Son haftalarda İslâmî çevrelerin başını çektiği, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı yürütülen kampanya dolayısıyla aile içi şiddet, özellikle de kadınlara karşı şiddet meselesi gündemin baş sıralarına yerleşmiş bulunuyor. İslâmcılar ve bazı milliyetçi-muhafazakârlar adı geçen Sözleşme’nin ‘’Türk aile yapısı’’nı ve cinsiyet rollerine ilişkin geleneksel anlayış ve pratikleri tehdit ettiğinden yakınıyorlar. Öyle anlaşılıyor ki, bu karşı çıkışın arka planında, farklı cinsel kimliklerin dolaylı olarak da olsa hukuk yoluyla ‘’olağanlaştırılması’’ndan duyulan rahatsızlık var.
Türkiye’de öteden beri hem aile içi şiddetin hem de -aile içinde olsun olmasın- genel olarak kadınlara karşı şiddetin yaygın olduğu maalesef inkâr edilemez bir gerçektir. Birçok durumda bu eğilim maalesef ‘kadın cinayetleri’’yle sonuçlanmaktadır. Ayrıca, toplumumuzun LGBTİ olarak adlandırılan cinsel kimlik biçimlerinin kamusallaşmasını da hiç hoş karşılamadığı, hatta çok kere buna şiddetle mukabele ettiği bilinmeyen bir şey değil. Bu grup ta ölüm veya yaralanmayla sonuçlanan şiddete en çok maruz kalanlardan.
Kabul edelim ki, gerek kadınlara gerekse farklı cinsel kimlik sahiplerine yönelik saldırgan tutumu besleyen etkenlerin başında dinî ve kültürel bağnazlık gelmektedir. Doğru veya yanlış, Türkiye’deki hâkim din anlayışı erkek-egemen dünya görüşüne bağlıdır, kadın-erkek eşitliğini kabul etmez. Bu anlayış açısından, kadın gerek aile içinde gerekse genel olarak erkeğe göre ‘’ikinci sınıf’’ konumundadır; özne ve onur sahibi olabilme bakımından da erkekten ‘’aşağı’’ sayılır. Kadın ancak ‘’erkeği’’ aracılığıyla dinin muhatabı olabilir, din nazarında kadınlardan erkekler sorumludur. Bu sorumluluk, kadınların ‘’namus’’unu korumayı ve ‘’gerektiğinde’’ onları şiddet kullanarak te’dip etmeyi de içerir. Kadın için normal olan aile içinde var olmaktır, aile dışında ‘’normal’’ bir kadından söz edilemez.
Böyle bir dinî-kültürel arka-plana sahip olan ülkemizde kadınlara ve LGBTİ’lerin kamusallaşmasına toplumun saldırgan bir şekilde mukabele etmesine şaşmamak gerekir. O bakımdan, özel olarak kadınları ve LGBTİ’leri erkek şiddetinden korumak için yasal ve idarî tedbirler almak elbette devletin öncelikli bir görevidir. Fakat, toplum olarak bizim şiddetle ilgili sorunumuz bundan ibaret değildir; şiddet ne yazık ki Türkiye’nin genel bir kültürel eğilimidir.
Bununun nedenlerinin en başında, toplumumuzdaki yaygın hoşgörü eksikliği gelmektedir. Erdemli bir tutum olarak hoşgörü, onaylamadığınız bir düşünce veya inanışa karşı şiddet kullanmaktan bilinçli olarak kaçınmayı ifade etmektedir. Farklı düşünce ve yönelimlere karşı şiddet kullanmayı ilkeli biçimde reddetmek konuşma, tartışma ve akılcı yoldan ikna çabasının yolunu açar. Ne yazık ki, bizim toplumumuzdaki hâkim eğilim bunun tersidir: onaylamadığı, hoşlanmadığı veya beğenmediği inançlar, görüşler ve hayat tarzlarını şiddet kullanarak bastırmaya çalışmak.
Ancak, Türkiye’deki bu şiddet kültürünün tek sorumlusu genel kültürel ortam ve onu besleyen geleneksel anlayış ve inanışlar değildir. ‘’Çağdaş’’ eğitimimizin de bunda payı var. Nitekim, sadece tarikat ve cemaat şeklindeki dinî grupların kendi taraftarlarına verdikleri eğitim değil, resmî eğitim sistemi de farklılığı ‘’normal’’den bir sapma olarak gören bir zihniyetle maluldür. Bu zihniyet açısından ‘’normal’’ olan ya dinî dogmayı ya da resmî dogmayı ifade eder. Bu dogmaları benimsememek suretiyle ‘’biz’’den çeşitli bakımlardan farklılaşanları yok edilmesi gereken ‘’düşman-öteki’’, en azından pasifize edilmesi gereken ‘’arızalar’’ olarak gördüren bir zihniyettir bu.
Tuhaf gelebilir ama ülkemizde ideolojik bir davaya adanmış olan pek çok ‘’aydın’’ bu zihniyeti daha da kesif biçimde içselleştirmiştir. Nitekim, ister ilhamını dinden alanları isterse seküler olanları olsun, Türkiye’deki ideolojik akımların çoğu ya doğrudan doğruya şiddet yanlısıdır, ya da ‘’haklı bir dava’’ için olduğunda şiddeti mazur görme eğilimindedir. Sadece dinî değil dünyevî olan için de, güdülen ‘’dava’’nın kutsallığı her türlü aracı, bu arada şiddeti de meşrulaştırır. Sözgelişi, devletin veya ‘’faşistler’’in şiddetini hararetle kınarken, taraftarı oldukları veya sempati duydukları bir ‘’dava’’nın militanlarının şiddetine karşı sessiz kalan okumuş-yazmış insanların varlığı bundandır.
Özetle, bugün elbette kadınlara ve LGBTİ’lere yönelik şiddetin önlenmesine öncelik vermeliyiz; ama bu bize orta ve uzun vadede asıl dert edinmemiz gerekenin ülkedeki yaygın şiddet kültürünün kökünü nasıl kurutacağımız olduğunu unutturmamalıdır.
(Diyalog, 9 Ağustos 2020)