Diyanet İşleri Başkanı’nın geçen haftaki Cuma hutbesi başta LGBT topluluğu olmak üzere pek çok kesimin tepkisini çekti. Tepki özellikle Başkanın şu sözlerine yönelikti: “İslam, zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lutiliği, eşcinselliği lanetliyor. Nedir bunun hikmeti? Hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesidir bunun hikmeti.”
Tepki gösterenlerin bir kısmı Başkanın yetkisi dışında konuştuğunu, bir kısmı sözlerinin ‘’nefret suçu’’ oluşturduğunu, bir kısmı da Başkanın üslubunun rahatsız edici olduğunu düşünüyordu. Kısaca belirtmek gerekirse, ben Diyanet İşleri Başkanı’nın konuşmasının kurumunun yasal görevinin (İslam dininin ‘’iman, ibadet ahlâk’’ konularıyla ilgili olarak toplumu aydınlatmak) dışında kaldığı kanaatinde değilim. Bu konuşmanın, rahatsız edici olsa da, ‘’suç’’ oluşturduğu da söylenemez.
Buna karşılık, bir kamu görevlisi olan Diyanet İşleri Başkanının resmî sıfatıyla yaptığı konuşmalarda daha özenli bir üslup kullanması gerektiği doğrudur. Toplumun belli bir kesimini incitici ve rahatsız edici konuşmaların sıradan bir vatandaş tarafından yapılması ile kamu gücü kullananlar tarafından yapılması arasında fark vardır. Birincisi ifade özgürlüğüdür, ikincisi ise kamusal yetkinin kötüye kullanılması. Kamusal otorite kullanan bir memur hayat tarzlarını onaylamadığı yurttaşları aşağılayamaz.
Mesele daha da temelde kamu otoritesinin bireylere dinî ve ahlâkî buyruklar vermeye hakkı olup olmadığıyla ilgilidir. Hukuka ilişkin çağdaş-medenî anlayış, devletin ahlâkı (veya belli bir ahlâkî görüşü) cebren uygulamasının caiz olmadığı yönündedir. Yani, devlet din ve ahlâk buyuramaz. Bu, lâiklikle ve onun arkasındaki devletin dünya görüşleri ve dinî anlayışlar karşısında tarafsız olmasını öngören liberal ilkeyle de uyumludur. Bu açıdan bakıldığında, mesele, DİB’in şu veya bu konuda doğru mu yanlış mı hareket ettiğinden önce, onun bizatihi varlığının meşruluğudur.
Peki, böylesine temel bir yanlış üzerine oturan bir kamu kurumu Türkiye’de nasıl var olabilmektedir?… Sorunun kısa cevabı şudur: Çünkü ‘’kurucu irade’’ öyle buyurmuştur. Peki, ‘’kurucu irade’’ bunu kendisi mi uydurmuştur?… Hayır, o sadece, yüzyıllardır süregelen bir gelenekten tevarüs ettiği din-devlet ilişkileri modelini kısmen farklı bir form ve işlevle yeniden kurumlaştırmıştır. Somutlaştırırsak, Cumhuriyetin kurucuları dinin devletçe kontrolüne ilişkin Osmanlı modelini, sistem içindeki rütbesi ve dolayısıyla manevî otoritesi tenzil edilmiş resmî bir kurum (DİB) şeklinde yeniden yapılandırmışlardır.
Birçok başkaları gibi, ben de DİB’in resmî devlet örgütünün bir parçası olarak varlığının hem özgürlük ve insan haklarıyla hem de hukukun üstünlüğüyle bağdaşmadığı için kaldırılması gerektiğini otuz yıldır yazıp söylüyorum. Böyle bir kurumun varlığı aslında doğru bir demokrasi anlayışıyla da bağdaşmaz; ne var ki, demokrasinin öznesi olarak halk veya ‘’millet’’i dinî ve kültürel bakımdan türdeş bir bütün olarak kavrayan Türkiye’ye özgü anlayış bunda ‘’demokrasi’’ye aykırı bir yan görmüyor. Aksine, bu anlayış açısından, demokrasi devlet-millet özdeşliği demektir, DİB’in varlığı da bu özdeşliğin sembolik bir ifadesinden ibarettir. Kaldı ki, demokratik devletin ‘’milletine’’ hizmet etmesi, bu arada dinî farklılık içermeyen türdeş ve yekpare milletin dinî ihtiyaçlarını karşılaması normal değil midir?…
Toparlarsak, DİB gibi ucube bir kurum Osmanlı-Türk siyasî geleneğine uygun olmanın yanında, başlangıçta dinî hayatın devlet tarafından kontrolü amacıyla da kurulmuştu. Bu kontrol, ‘’iman, ibadet ve ahlâk’’tan ibaret olan ‘’doğru’’ din anlayışını dayatmayı da içeriyordu. Ancak, çok-partili hayata geçildikten sonra siyasal katılmanın genişlemesi devletin işleyişinde dinî etkinin artmasına, hatta devletin kısmen dinin kontrolüne girmesine yol açtı. Bu durum gerçi ‘’laik’’ bürokratik elit ile siyasetçileri rahatsız ediyordu ama hem bu model rejim nezdinde dokunulmaz olduğu hem de ona karşı çıkmanın siyasî maliyeti ağır olacağı için, doğrudan doğruya modelin kendisine karşı çıkmayı göze alamadılar.
DİB’in sistem açısından dokunulmazlığının tek nedeni ona atfedilen kontrol işlevi değildi(r). Sanırım daha önemlisi, Anayasada ifadesini bulan, din aracılığıyla toplumsal bütünleşmeye, dolayısıyla ulusal kimlik tanımının sürdürülmesine rejim açısından duyulan ihtiyaçtır. DİB’nin işlevi Türkiye’nin resmen itiraf edilmeyen Sünnî-İslam kimliğinin korunması bakımından hayatî addedilmektedir.
Sünnî-İslâm Türklüğü tanımlayan unsurlardan bir sayıldığı için, yakın gelecekte maalesef DİB’in kaldırılması ihtimali yok gibidir. Bu durumda en fazla yapılabilecek olan, bu kurumu anayasal ve yasal sınırları içinde tutmaya ve hiç değilse siyaseten tarafsız kalmasını sağlamaya çalışmaktır. Bu arada, DİB’in topluma ve devlete ayar vermeye yetkili bir fetva makamıymış gibi hareket etmesine kesinlikle izin verilmemelidir.
(Diyalog, 3 Mayıs 2020)