Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hafta içinde partisinin grup toplantısında yaptığı açıklamalar kamuoyu tarafından iktidarın bir reform hazırlığı içinde olduğu şeklinde algılandı. Eğer bu izlenim doğruysa, önümüzdeki aylarda hükümetin dış politikada, ekonomide ve hukukta birtakım iyileştirmeler yapacağını bekleyebiliriz.
Gerçekten de Cumhurbaşkanın Türkiye’nin dış dünyayla ilişkiler hakkındaki sözleri bir süredir rotasından sapmış olan dış politikanın yeniden barışçı ve uzlaşmacı yönde değişeceğini düşündürmektedir: ‘’ABD’deki seçimlerin ardından bölgemizde ortaya çıkan belirsizliği kaldırmak için diplomasi ve uzlaşma kanalları açılmalıdır. Tüm bölge devletleriyle yeni dönemde birlikte hareket etmek istiyoruz. Kimseye karşı husumetimiz, önyargımız yoktur. Herkesi huzurlu, güvenli, adil yeni bir dönemi birlikte inşa etmeye çağırıyoruz.’’ Cumhurbaşkanının konuşmasında yer alan şu cümle dış politikadaki barışçı yönelimin Suriye’yle ilişkilere de yansıyacağını göstermektedir: ‘’ Karabağ’da nasıl kısa sürede adil bir barış tesis edildiyse, samimi bir iş birliğiyle, Suriye’de de benzer bir adımın atılabileceğine inanıyoruz.”
Son yıllarda iyice batağa saplanmış olan ekonominin toparlanması ve bu arada enflasyonun kontrol altına alınması da hükümetin varsayılan yeni politikasının odağında yer alacak gibi görünüyor. Burada özel olarak önemli olan, Cumhurbaşkanının ekonomik kalkınma ile hukuk devleti ilkesi arasındaki zorunlu ilişkiyi nihayet fark etmiş olduğunu düşündüren sözleridir. Nitekim, Cumhurbaşkanı hukuk devletinin ‘’yatırımları yeşerten ve bereketlendiren iklimi tesis etmenin, ekonomik büyümeyi, kalkınmayı, refahı ve istikrarı sağlamanın en önemli yollarından biri’’ olduğunu söylemektedir. Konuşmada ‘’Türkiye’nin demokratik hukuk devleti kimliğini güçlendirmek’’ ve ‘’hukuk devleti ilkesini güçlendirme, öngörülebilir, kolay erişilebilen, hızlı ve etkin işleyen yargı sistemi konusunda yeni adımlar’’ atmak vaadinde bulunulmaktadır.
Bu arada Adalet Bakanının yaptığı ve yargının tarafsızlığını, hukuk güvenliğini ve hukukun adaletle ilişkisini vurgulayan açıklamalar da Cumhurbaşkanının beyanlarıyla paraleldir ve aynı şekilde ümit vericidir.
Şüphesiz, bütün bunlar ülkenin geleceği için iyi yönde, sevindirici işaretlerdir. Ne var ki, sırf bu sözlere bakarak fazla umutlanmak da pek akıllıca olmasa gerektir. AKP iktidarının yakın geçmişteki hayal kırklıklarıyla dolu bozuk performansını gözardı ederek bakacak kadar safdil de olmamalıyız. Son yıllarda bu iktidarın neredeyse hayal tacirliği boyutuna varan bu türden mutlu gelecek vaatleriyle az mı karşılaştık?…
Onun için, siyasî iktidarın bu yeni vaatlerinin sahiciliğini ve güvenilirliğini değerlendirirken, iktidarın kendi sözlerinden başka hususları da dikkate almamız gerekiyor. Şimdiye kadar verilmiş olan bu yöndeki birçok reform vaadinin tutulmamış olması yanında, AKP’lilerin siyaset ve hukukun evrensel kavramlarını bizden farklı anladıkları gerçeği de bunlar arasında yer almaktadır. AKP’liler evrensel kavramları ‘‘yerli ve millî’’ yorum teknikleriyle anlamlarından saptırma konusunda bir hayli tecrübe kazandılar. Ekonomi politikasında da, hukuk ve adalet konusunda da durum maalesef budur. Ayrıca, AKP ile yaşadığımız son 7-8 yıllık tecrübe, onun kendi öncelikleri ve saplantılarıyla uyuşmayan tutum ve politika vaatlerinden kolayca caymaya teşne olduğunu da bize öğretmiş olmalıdır.
Kaldı ki, bizatihi Cumhurbaşkanının konuşmasının kendisi, fazla iyimser olmamamız için kimi ipuçlarını da içinde barındırıyor. Şu sözleri düşününüz: ‘’ Biz bu kalemşörlerle savaşa savaşa geldik. Biliyoruz ki sizler bu milletin menfaatine hayırlı bir rüya görmezsiniz. Yeni yönetim sisteminde değişim gerekiyorsa, buna milletin yetki verdiği Cumhurbaşkanı belirler. Biz harekete geçmek için sadece millete bakarız, millet ne diyor ona bakarız. Milletimizden işareti aldığımızda da gereğini yerine getiririz. Bunun dışındakiler lafü güzaftır, millete de ihanettir.’’
Cumhurbaşkanı bu sözleri Maliye Bakanı olan damadının görevinden ayrılma tarzındaki tuhaflık hakkında medyada ve kamuoyunda çıkan haber ve yorumlar üstüne söylüyor. Oysa, genel olarak iktidarların icraatının olduğu kadar, özel olarak adeta bir muamma teşkil eden bu görevden ayrılma olayına ilişkin olarak da hem Bakanın kendisinin hem de Cumhurbaşkanının tutumunun eleştirel değerlendirmelere konu olması demokratik olmak iddiasındaki bir rejimde gayet tabiîdir. Bu konuda tenkit ve istifham belirten gazeteci ve siyasetçilere düşman nazarıyla bakması, onlara karşı savaşçı bir dil kullanması insanı ister istemez iktidarın vaatlerinin samimiyetinden kuşku duymaya sevk ediyor. Bu sözler aynı zamanda, Cumhurbaşkanının diğer siyasî aktörlerle diyaloga açık olmadığını ve ayrıca tek-adamcı yönetim zihniyetini içselleştirmiş olduğunu da göstermektedir.
Kısaca, öyle görünüyor ki, iktidar eğer bu vaatlerinde durursa, bu büyük ölçüde yeni uluslararası siyasî konjonktürün zorlamasıyla olacak gibi görünmektedir. Şüphesiz bu da bir kazançtır.