Önce, gazetemiz yazarlarından Yağmur Atsız’ın 21 Temmuz tarihli yazısından bir alıntı: “Eski Roma’da “Praetoriani Lejyonu” (M.Ö. 40 civârı – M.S. 312) bir hassa birliği olarak yaklaşık 350 sene sürdü ve hem devletin hem milletin başına belâ kesilip kanlı şekilde târih sahnesinden silindi. /Rusya’da “Stryeletsi” (Okçular) adlı hassa alayı 148 sene sürdü (1550-1698) ve hem devletin hem milletin başına belâ oldukdan sonra Büyük (Deli) Petro tarafından kanlı şekilde imhâ edildi. / Yeniçeriler (1324-1826) 502 yıllık bir hayatdan sonra hem devletin hem milletin başına belâ oldukları için kanlı bir şekilde ortadan… /Kaldıramadılar maalesef!!!”
Atsız bunları Türk ordusunun “gırtlağına kadar” politikaya ve darbeciliğe batmış olduğu için savaşma kabiliyetini yitirdiğine dair tespitinin tarihsel arka planına işaret etmek için yazıyor. Haklı olarak demek istiyor ki, ordudaki bu sapmanın geçmişi, resmen çoktan ilga edilmiş olsa bile gelenek olarak halâ varlığını sürdüren “Yeniçeri Ocağı”nın alışkanlıklarına kadar geri götürülebilir.
Bu tahlil bana, yıllar önce yayımlanan “Türkiye’de Asker ve Siyaset” başlıklı makaleye düştüğüm şu notu çağrıştırdı: “Siyaset bilimi literatüründe askerlerin yönetime müdahalesini ve yürütme organı üzerindeki hâkimiyetini ifade etmek üzere kullanılan ‘Proteryenizm’ eski Roma’daki ‘proteryen muhafız’lardan mülhem bir terimdir. Roma İmparatorluğu’nda, Pretoryen Muhafızlar imparatorun yönetimi altında etkin bir siyasal güç haline gelmişlerdi; o kadar ki, imparatorları tahta çıkaran ve tahttan indiren siyasî amaçlı eylemlerde bulunmaları da olağan sayılır olmuştu. Bu durum, son dönem Osmanlı siyasetindeki ‘Yeniçeri’ etkisine benzemektedir.” (Liberal Toplum Liberal Siyaset, 2. b. 1998, ss. 329-342) Bu nedenle, o zamanlar verdiğim bir konferansta “pretoryenizm”in (praetorianism”) Türkçeye “Yeniçericilik” olarak çevrilebileceğini söylediğimi hatırlıyorum.
Ben bugün de silâhlı kuvvetlerimizde “Yeniçeri zihniyeti”nin halâ devam ettiği kanaatindeyim. Osmanlının son döneminde ordunun eğitiminde artan Alman etkisi askerlerin kendilerini “devletten –hatta milletten- sorumlu” sayan anlayışlarını pekiştirmişti. Bugün “İttihatçılık” diye andığımız siyaset tarzı işte bu anlayıştan türemiştir. Bu zihniyet, birçoğumuzun sandığını aksine, Cumhuriyete geçilmesiyle ortadan kalkmamış, hatta değişik bir kılık altında daha da pekişmiştir. Geleneksel “hikmet-i hükümet” felsefesi bu sefer Kemalist ideolojiyle harmanlanmış vaziyette siyaset üzerinde kalıcı bir vesayet kurmuştur. Bu yeni biçimiyle Yeniçericilik artık kendisini “milletin kaderi”nden de sorumlu sayar olmuştur. “Millet”i onun kendi seçtiği temsilcilerden “korumak” (!) için sık sık darbe teşebbüslerinde bulunan, demokratik siyasete komplolar kuran askerleri böyle davranmaya sevk eden işte bu zihniyettir. Son zamanlarda “askerî vesayet” diyegeldiğimiz şeyin arkasında yatan gerçek de budur.
Ama unutmamak gerekir ki, askerlerin sistem içindeki kendi rollerini bu şekilde algılamalarını ve “toplumu güç ve korkutma yoluyla kontrol etmeleri”ni kolaylaştıran bazı kurumsal ve kültürel faktörler de vardır. Kurumsal faktörlerin başında silâhlı kuvvetlerin devlet içindeki neredeyse özerk olan konumu gelmektedir. Aslına bakılırsa, bu özerklik sadece kurumsal bir olgudan ibaret de değildir. Bu, proteryenizmle ilgili literatürde işaret edilen “siyasi kurumların ve siyasetçilerin başarısızlığı”yla ilgili olduğu kadar, hem askerî hem de sivil söylem tarafından desteklenen bir retorikle de ilgilidir. Nitekim, gerek askerler gerekse siviller (politikacılar) “silâhlı kuvvetlerin siyasetin dışında ve üstünde” olduğunu sık sık tekrarlamak suretiyle bu özerklik algısını güçlendirmektedirler. Çünkü, siviller bundan ne kastediyor olurlarsa olsunlar, askerler bu ibareyi ordunun her türlü sivil karışmanın ve denetimin dışında olduğu, sivillerin silâhlı kuvvetlerin “iç işlerine” karışmamaları gerektiği şeklinde algılamaktadırlar.
Öte yandan silâhlı kuvvetlerin “millî ordu” karakteri de aynı algıyı kuvvetlendirmekten başka bir şeye yaramamaktadır. Bu retorik bir yandan askerlerin “millet” adına devleti yönetenleri aşarak kendilerini doğrudan doğruya “millet”le irtibatlandırmasını mümkün kılmakta, öbür yandan siviller de “milletimizin göz bebeği ordu” söylemiyle bu iddiayı meşrulaştırmakta ve pekiştirmektedirler. Silâhlı kuvvetlerin “siyaset üstü” sayılmasına zemin hazırlayan da zaten budur. Gücünü ve meşruluğunu doğrudan doğruya “millet”ten alan bir orduya hesap sormak da, tabiatıyla, kimsenin haddine olmuyor.
Ordunun özerkliğini güçlendiren kültürel etkenlerin bir diğerini sözünü ettiğim makalede şöyle açıklamıştım: “Türk kültürünün geleneksel bir özelliği de “ordu-millet” klişesinde ifadesini bulan pro-militarist damarıdır. Militarizm, siyasî karar-alma sürecine ilişkin sonuçları da olan sosyal ve kültürel bir fenomendir; temeli örgütlü şiddeti ve savaşları siyasî sorunları çözmenin meşru yöntemi olarak görmektir. Militarist kültürlerde ordu övgü ve takdirin başlıca kaynağıdır, askerî semboller ve uygulamalara toplum tarafından özel ve üstün bir değer atfedilir. Militarizmin özellikle bu yanının Türkiye’de derin kültürel kökleri vardır. Ne yazık ki, bu pro-militarist damar askerin siyasetteki olağandışı etkisini meşrulaştıran unsurlardan biridir. / Türkiye’de “ordu-millet” mitinin devamlılığını sağlayan etkenlerden biri, askerliğin bir ‘vatan hizmeti’ olarak genel bir zorunluluk halinde bulunmasıdır. Bu durum bir yandan bütün erkek vatandaşların hayatlarının baharında aldıkları belli bir tür ‘askeri terbiye’nin bütün bir toplum çapında genelleşmesini ve duygu, düşünce ve tutumlarda kalıcı hale gelmesini kolaylaştırmakta; öbür yandan da subayların kendilerini sadece silah altındaki er ve erbaşların değil sivil vatandaşların da ‘komutanı’ olarak görmelerinin psikolojik zeminini oluşturmaktadır.” (ibid, s. 339)
Son yıllarda modern Yeniçerilerimizin siyaset üzerinde kurdukları vesayeti zayıflatan kimi adımlar atıldığı doğrudur; ama bu meselede köklü ve kalıcı çözüm bir yandan Yeniçerilerin “çağdaşçı” ideolojisini ve onun kurumsal dayanaklarını geriletebilmemize, öbür yandan da genel kültürdeki militarist damarı tedavi edebilmemize bağlıdır.
(Açık Görüş, 25 Temmuz 2010)