Bu gazetedeki ilk yazımda özgürlüğü ‘’temel ihtiyaç’’ olarak nitelemiş ve özgür toplumun bazı özelliklerini açıklamaya çalışmıştım. Bugün aynı konuyu, merkezinde devletin failliğinin yattığı başka bir perspektifle ve Türkiye bağlamında yeniden ele almak istiyorum. Bir toplumun özgürlüğü, şüphesiz, devletin nasıl örgütlendiğiyle ve hangi açık veya zımnî ilkelere dayandığıyla yakından ilgilidir.
Başka faktörler sabit olmak kaydıyla, devletin alanı genişlediği ve topluma müdahale kapasitesi arttığı ölçüde kişilerin ve genel olarak toplumun özgürlüğü azalır. Onun içindir ki, öteden beri, özgürlüğe yönelik en büyük tehdidin devletten geldiği söylenmiştir. Bu, modern devlet bağlamında özellikle böyledir; çünkü modern devlet neredeyse bütün sivil hayat alanını kuşatmış ve etkisi toplumun kılcal damarlarına kadar nüfuz etmiştir. Ayrıca, devlet ‘’ülkesi’’nde cebir kullanma tekeline sahiptir ve kendi yetki alanında ondan daha güçlü bir özne de yoktur.
Bundan dolayıdır ki, örgütleniş tarzı ve kurumsal yapısına göre devletin toplumu yönlendirme ve kontrol etme potansiyeli artar veya azalır. Meselâ, siyasî ve hukukî temel işlevlerini ‘’kuvvetler birliği’’ veya ‘’kuvvetlerin kaynaşması’’ çerçevesinde yerine getiren bir devletin baskıcı olma ihtimali, işlevlerini ‘’kuvvetler ayrılığı’’ ve ‘’denetim ve denge’’ sistemi çerçevesinde yerine getiren bir devletten çok daha fazladır. Bunun gibi, idarî teşkilâtını merkeziyetçi-üniter temelde yapılandıran bir devlet, adem-i merkeziyetçi bir siyasî-idarî yapıya sahip olan devlete göre topluma daha az özgürlük alanı bırakır.
Fakat devletin özgürlüğe müdahalesinin yoğunluk ve sıklığını sadece bu kurumsal etkenler değil, aynı zamanda onu yönlendiren ilkelerin niteliği de etkiler. Hatta ilkelerin kurumsal etkenlerden daha belirleyici olduğu bile söylenebilir. Devletler anayasalarında genellikle bu ilkelerin neler olduğunu belirtirler: hukukun üstünlüğü, insan haklarına bağlılık, demokrasi, lâiklik, sosyal devlet vb. Ancak, bir devletin faaliyetlerini sadece bu şekilde açıkça belirtilmiş ilke veya esasların yönlendirdiğini düşünecek kadar saf da olmamalıyız. Özellikle devletin kendisini tehdit altında gördüğü dönemlerde bütün bu açık ilkelerin rahatlıkla gözardı edildiğini ve her şeyi devletin bekâsı kaygısının yönlendirmeye başladığını görüyoruz.
İşte bu noktada ‘’hikmet-i hükümet’’ doktrininin fiilî etkisine geliyoruz. Kimi anayasaların şurasında-burasında bunun bazı dolaylı işaretlerine veya izlerine rastlansa da, hiçbir (demokratik) anayasada açıkça hikmet-i hükümetten söz edilmez. Söz edilmez, çünkü buna gerek yoktur. İşin aslı şu ki, hikmet-i hükümet zaten devlet olmanın doğasında saklıdır, o modern devletin şifresi ve gizli anayasasıdır. Hikmet-i hükümet ayrıca bürokrasinin dini ve derin devletin de varlık nedenidir. İnsanlar her ne kadar devletin varlık nedeninin topluma hizmet etmek olduğunu sansalar da (‘’hüsnü kuruntu’’), gerçekte devletlerin temel kaygısı her ne pahasına olursa olsun kendisini idame ettirmektir (‘’Devletin bekâsı’’).
Hikmet-i hükümeti asıl tehlikeli kılan da budur: Her ne pahasına olursa olsun devletin varlığını sürdürme saplantısının bürokrasiye yaptıracağı şeylerin maliyeti büyüktür, çünkü bunlar ancak bireylerin özgürlükleri pahasına gerçekleştirilebilir. Hikmet-i hükümetin zaten gönüllü icracısı olan bürokrasinin bu misyonu üstlenmesi normaldir de, ironik olan, seçilmiş siyasetçilerin de zaman zaman bu role soyunmaları veya bunu üstlenmek zorunda kalmalarıdır. Türkiye’de seçilmiş siyasetçilerin temsilcisi oldukları halkın çıkarlarının takipçisi olmak yerine hikmet-i hükümetin gönüllü askerleri olmayı seçtikleri durumun tipik örneğini 28 Şubat dönemi partileri oluşturmaktadır.
Ama asıl tuhaf olan, hikmet-i hükümetçi devlet seçkinlerinin mağduru olan siyasî geleneğin uzantısı durumundaki AKP’nin de iktidara geldikten sonra zamanla devletin bekâsı söylemini sahiplenmesidir. Gerçi, otorite sevgisi ve devlet kutsamasının temel değerleri arasında yer aldığı muhafazakâr bir siyasî hareket için bu savrulma şaşırtıcı olmamak gerekir. Ancak, AKP’nin hikmet-i hükümet felsefesini bu kadar kolay benimsemesinin başka bazı özel nedenleri de vardır.
Şöyle ki: AKP bir yanıyla hikmet-i hükümetçiliğe mecbur bırakılmıştır, bir yanıyla da bu rolü üstlenmek onun işine gelmiştir. AKP’nin ‘’hikmet-i hükümet’’in hizmetine koşulmasını kolaylaştıran bir etken, muhtemeldir ki, siyasî sicilinde onu şantaja boyun eğmek zorunda bırakan bazı defoların var olmasıdır. Diğer bir etken ise onun devletin bekâsıyla kendi siyasî bekâsını birleştirmesini gerektiren özel şartlardır: AKP’nin bu role soyunması, iktidarını sürdürmek ve muhaliflerini etkisizleştirmek için devlet gücünü nispeten serbest bir biçimde kullanmaya olan ihtiyacından kaynaklanmaktadır.
Kısaca, AKP’nin bugünkü trajik konumu hikmet-i hükümetin saltanatının toplumun özgürlüğü için ne kadar tehlikeli olduğunu gösteren yeni bir örnektir.
(Diyalog Gazetesi, 12 Mayıs 2019)