Öğretmenliğin toplumun geleceği bakımından önemi tartışma götürmez. Gerçi başka bazı meslekler için de pekalâ aynısı söylenebilir. Meselâ, hem toplumun sağlığı için vazgeçilmezliği hem de “hata kabul etmeyecek” derecede hassas bir meslek olması bakımından doktorluğun fevkalâde hayati olduğunu düşünenler haksız değildir. Aynısı hukuk mesleği bakımından da geçerlidir. Çünkü, bir toplumu barışçı bir şekilde bir arada tutan temel değerlerden biri adalet olduğuna göre, hukuk uygulayıcılarının özellikle de hakimlerin ehil kişiler olmaları son derece önemlidir.
Ama yine de öğretmenliğin en az bu meslekler kadar önemli olduğunda ısrar etmek için haklı nedenlerimiz vardır. Bu nedenler nedir düşündüğümüzde, çoğumuzun aklın ilk gelen, diğer meslek mensuplarını da yetiştirenlerin öğretmenler olduğu gerçeği gelir. Gerçi, bütün meslek sahipleri mesleki formasyonlarını üniversitede, yani öğretmenlerin elinden çıktıktan sonra kazanırlar. Bu doğru olmakla beraber, çoğu kişinin dünyaya ve hayata bakışını en fazla etkileyenin üniversite öncesi aşamada edinmiş oldukları bilgi, fikir ve tutumlar olduğu da bir gerçektir. Bu nedenle, ilk ve orta öğretim ve öğretmenlik fevkalâde önemlidir.
Öyleyse, toplum olarak öğretmen yetiştirme işini son derece ciddiye almalıyız. Tabii, bunu söylerken aklımda tuttuğum, “her şeyin başı eğitim” veya “eğitim şart” sloganlarında ifadesini bulan klişe düşünceler değildir. Doğrusunu söylemek gerekirse, paradoksal gibi görünebilir ama bu klişe sözler bana hiç sempatik gelmiyor. Çünkü, çoğu durumda bu gibi klişeleri dillerine pelesenk edinenler aslında, “herkes benim düşündüğüm gibi olmalı”, hatta “devlet herkesi benim uygun gördüğüm tarzda endoktrine etmeli” diye düşünenlerdir. Oysa ben eğitim derken insanları özgürleştiren bir zihinsel ve tutumsal donatma işinden bahsediyorum.
Dahası, özgür eğitimin devletin tekelinde olmayan, sivil ve çoğulcu bir eğitim olduğunu düşünüyorum. Bu arada, devlet okullarını “kamu okulları” payesiyle onurlandırmanın da yanlış olduğu kanaatindeyim. Çünkü, her şeyden önce, kamusal olan devlete değil “kamu”ya, yani halka ait olan demektir; dolayısıyla sırf devlet tarafından işletildiği için bir okul kamusal olmaz. Üstelik, Türkiye’de genellikle olduğu gibi, temel işlevi insanların zihnini devletin amaçlarına göre eğip-bükmek –örneğin, uysallaştırmak, boyun eğdirmek, sersemletmek- olan bir şartlandırma sistemi hem özgürlük karşıtıdır hem de açıkça halk karşıtıdır.
Peki, Türkiye öğretmen yetiştirme işini sahiden ciddiye alıyor mu dersiniz? Bana göre, hayır. Bunun iki kanıtına kısaca temas etmek istiyorum. Birincisi, son yıllarda kısmî bir iyileşme sağlanmış olsa da, itiraf edelim ki, Türkiye’de halâ öğretmen yetiştiren kurumlar zihinsel donanımları başka bazı “seçkin” sayılan meslekler (tıp, hukuk, elektronik vb.) için yeterli olmayan kişileri öğrenci olarak kabul etmektedirler. Bu arada, gerek “fen-edebiyat” gerekse “eğitim” fakültelerimiz genel olarak maalesef pek de “seçkin” fakülteler değildir. Toplumda hâkim olan, “başka işe giremeyen” kişilerin öğretmen olduklarına dair yaygın kanaatin değişmesini sağlayacak bir durumdan henüz çok uzağız. Oysa, genel olarak öğretmenlerin, ama özellikle de çocuklarımızın zihin ve duygu dünyasının şekillenmesinde asıl amil olan ilköğretim öğretmenlerinin en seçkin okullarda okuyan kişiler olmalarına ihtiyacımız var.
İkinci kanıtım ise şöyle: Devlet açısından bakıldığında, Türkiye’de öğretmen demek, esas itibariyle, resmî ideoloji propagandisti demek. Devlet öğretmenleri böyle yetiştiriyor; onun “hür-düşünceli”, “geniş-görüşlü”, dünyaya açık öğretmenler yetiştirmek gibi bir derdi yok, çünkü çocukların öyle olmasını istemiyor. Öğretmenden asıl beklenen, devlete sadık, uysal, “öteki”ne kuşkuyla bakan, belletilmiş dogmaları ezberden tekrarlamaktan başka bir meziyeti olmayan bir tebaa yaratımına can-ı gönülden -veya robotvari- hizmet etmesinden başka bir şey değil. Onun içindir ki, devlet çocukların zihinsel yeteneklerini dumura uğratmayı bile yeterli görmüyor, onlara olgusal gerçekler hakkında bile ısrarla yanlış bilgiler aşılıyor. Ben bunu, üniversiteye gelen gençlerde yıllardır büyük bir acıyla gözlüyorum; telâfi etmek de hiç kolay olmuyor.
Bunları söylerken, bütün öğretmenlerin zihinsel yetenekleri ve bilgi dağarcıkları bakımından yetersiz, dar-görüşlü kişiler olduklarını iddia etmiyorum. Mutlu bir tesadüf eseri olarak, bu kalıbın dışına çıkan açık-görüşlü, yetenekli, birçok bakımdan yetkin öğretmenlerimizin de var olduğunu biliyorum. Ama dedim ya, bu, “tesadüfen” veya şans eseri ortaya çıkan bir sonuç. Başka bir ifadeyle, bu gibi seçkin öğretmenleri sistemin “imalât hatası” olarak görebiliriz. Bu da, büyük ölçüde, o öğretmenlerin sistemin çarklarına teslim olmama konusundaki kendi kişisel çabalarının sonucudur.
Ne var ki, bu işi şansa bırakamayız. Çocuklarımızın zihin ve ruh sağlığı için ve toplum olarak geleceğimiz için halihazırdaki öğretmen yetiştirme düzenini ve genel olarak eğitim-öğretim sistemini kökten değiştirmek zorundayız. Bize, devletin gerek fizikî gerekse ideolojik tasallutundan azade, sahiden “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” öğretmenler ve ona uygun bir eğitim-öğretim müfredatı gerek. (Taka Gazete, 16 Haziran 2010)