Türkiye’de 15 aydır ‘olağanüstü hal’ adı altında yürütülmekte olan otoriter tek-adam rejiminin yakında sona ereceğine dair maalesef hiçbir işaret yok. Tam aksine, İstanbul ve Ankara başta olmak üzere kimi büyük belediyelerin başkanlarının ‘Reis’ tarafından görevden ayrılmaya zorlanmalarının da gösterdiği gibi, rejimin tek-adamcı karakteri zayıflamak şöyle dursun, gitgide koyulaşıyor. Bugün itibariyle, akla gelebilecek bütün kamusal, hatta yer yer sivil işlerde bile tek bir irade, tek başına Tayyip Erdoğan’ın iradesi egemendir.
Daha önceki bir-iki yıllık hazırlık dönemini saymazsak, bu tek-adam rejimi aslında 15 ay önce, 20 Temmuz 2016’da sözde ‘olağanüstü hal’ ilân edilmesiyle başladı. ‘Sözde’ derken şunu kastediyorum: Bu anayasal bir ‘olağanüstü hal’ değil, gerçekte olağandışı bir rejimdir. Bunun Türkiye’nin halihazırda şeklen yürürlükte olan Anayasasıyla da bir ilgisi yoktur; Anayasa’nın öngördüğü ve tanımladığı ‘olağanüstü hal’ değildir bu. Bu anayasa-dışı fiilî durumun pratik anlamı, zaman zaman söylediğim gibi, ‘olağanüstü hal’ adı altında Türkiye’de bir rejim değişikliğinin yapılmış olduğudur. Türkiye fiilen ‘parlamenter-demokrasi’den ‘başkancı otoriterizm’e geçmiştir.
Bu aslında AKP’nin, ama özellikle de ‘Reis’inin başından beri aklında olan rejim modeliydi. Nitekim, geçen 16 Nisan’da referanduma sunulan Anayasa değişikliği paketiyle amaçlanan bu rejime biçimsel-anayasal meşruluk kazandırmak idi. Fakat ilginç olan şu ki, Latin-Amerikan tarzı bir ‘başkancı diktatörlük’ öngören bu modeli uygulamaya geçirmek için Reis değişikliğin tümüyle yürürlüğe girmesini bile beklememiştir. Sözkonusu Anayasa değişikliğinin yürürlüğe gireceği 2019 Kasımını beklemeden, şimdiden bütün yetkiler tek elde toplanmıştır. Sonuç olarak şöyle tuhaf bir durum ortaya çıkmış bulunuyor: ‘Olağanüstü hal’ görünümü altında fiilen henüz anayasal dayanağı bulunmayan otoriter başkanlık rejimi uygulanmaktadır.
Peki bu durum değişir mi, değişirse nasıl değişir?…
Bu konuda önce şunu anlamamız gerekiyor: Türkiye’nin ‘iyileşme’ ihtimali, kimilerinin sandığının aksine, AKP’nin veya Reis’in birdenbire hayırhah tutum almasına ve bize ‘iyilik yapmak’ istemesine bağlı değildir. Şu yaşadığımız 15 yıllık tecrübeden öğrenmiş olmalıyız ki, kendisinden yana olan güç dengeleri aksi yönde değişmeye başlamadıkça veya bu değişmenin bazı işaretleri ortaya çıkmadıkça, Reis’in kendiliğinden otoriterlikten geri adım atma ihtimali yoktur. Oysa, halihazırda benim görebildiğim kadarıyla, iktidarın karşısında onu otoriterlikten geri çekilmeye zorlayacak politik bir güç birikimi bulunmamaktadır. Meral Akşener’in başını çektiği yeni partinin böyle bir güç olma ihtimali de son derece zayıftır.
Ama öte yandan, iktidarının dayandığı koalisyonun çatırdaması yoluyla güç dengesinin Reis’in aleyhine dönmesi ihtimali de var ve bu ihtimali yabana atmamak gerek. Bana öyle geliyor ki, bu koalisyonun en önemli kanadı, sivil kesimde de uzantıları olan silâhlı kuvvetler içindeki bir yapılanmadır. Bunun ideolojik (Avrasyacı, Türkçü, hikmet-i hükümetçi) unsurları da var, muhtemelen oportünist unsurları da. Özellikle, ‘Ergenekoncu’ örgütlenmeyle bağlantılı olduğu tahmin edilebilecek olan ideolojik kanadın Cemaatin tasfiyesi uğruna Reis’in iktidarına verdiği desteğin ilânihaye süreceği herhalde beklenemez. Dahası, sezgilerim bana, sözkonusu koalisyon içinde bir kıpırdanmanın başlamış veya başlamak üzere olduğunu söylemektedir.
Güç dengesinin iktidar aleyhine dönmesine yol açabilecek başka bir etken de, dış dünyada ortaya çıkan ve iktidarın yanlış tepki verdiği kimi gelişmelerin (başlıca Suriye ve Irak’taki gelişmeler ile AB ve ABD’yle ilişkilerin gerilmesi) bir yandan AKP iktidarını uluslararası camiada zor duruma sokması, öbür yandan da bu durumun ekonomi üzerinde olumsuz etkiler yaratması olabilir. Böyle bir sıkışmaya maruz kalan iktidarın ister istemez buna bir karşılık vereceği açıktır ve bu karşılığın da dizginleri gevşetme olması kaçınılmaz görünmektedir.
Sonuç olarak, ilk ihtimalin gerçekleşmesi iktidarın yeni müttefik veya müttefikler arayışına girmesine yol açabilecekken, ikincisi iktidarı Batı dünyasıyla daha uyumlu hareket etmeye zorlayabilir. Her iki halde de, rejimin otoriter karakterinde -Reis’in veya AKP’nin hayırhahlığından değil fakat konjonktürün zorlamasından kaynaklanan- bir yumuşama ortaya çıkabilir. Elbette, bunun ne zaman olacağı tam olarak kestirilemez, ama halihazırdaki durumun iktidar açısından uzun müddet sürdürülebilir olmadığı da düşünülürse, bu konuda belki de fazla kötümser olmaya gerek yoktur.
(26 Ekim 2017)