Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken siyasetteki belirsizlikler devam ediyor. Ne seçimlerin tam olarak ne zaman yapılacağı belli, ne de Tayyip Erdoğan’ın yeniden cumhurbaşkanı adayı olup olmayacağı… Bir önceki yazımda açıkladığım gibi, bu ikisi bir anlamda birbirine bağlı.
Bence bunlardan daha önemli olan, muhalefetin nasıl bir strateji ve programla seçime gideceğinin belirsiz olmasıdır. Öyle görünüyor ki, ‘’altılı masa’’ seçim döneminde izleyeceği stratejiyi belirlemek için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aday olup olmayacağının belli olmasını bekliyor. Bunun da pratik anlamı, halihazırdaki durum itibariyle, iktidar blokunun muhalefet bloku karşısında stratejik önceliğe sahip olduğudur.
Diğer konuya gelince, neredeyse son bir yıldır yaptıkları hazırlıklara ve alenî deklarasyonlarına bakılırsa, muhalefet partileri kendilerini neredeyse tamamen ‘’güçlendirilmiş parlamenterizm’’ meselesine kilitlemiş bulunuyorlar. O kadar ki, insanların kafasında ‘’altılı masa’’ya şu düşüncenin hâkim olduğu izlenimi doğuyor: Tayyip Erdoğan’ı iktidardan düşürür ve ardından parlamenter sisteme geçersek Türkiye’nin sorunları büyük ölçüde çözülmüş olur.
Belirtmeliyim ki, hükûmet sistemi meselesiyle ilgili olarak, 2017 anayasa revizyonuyla getirilen uygulamadaki ucube sistemin terk edilip parlamenter sisteme geçilmesinin önemsiz olduğunu ima etmiyorum; sadece bunun Türkiye’nin önündeki büyük meselenin hallinde bir başlangıç adımı olmaktan daha fazla bir önemi olmadığını anlatmak istiyorum.
Fakat ne tuhaftır ki, şu derin iktisadî kriz şartlarında bile, Ali Babacan’ın durumun vahametine dikkat çeken teknik açıklamaları hariç tutulursa, kendisini iktidar adayı olarak konumlandıran muhalefet partileri iktisadî durumla ilgili olarak sade vatandaşlar gibi şikâyet etmekten başka dişe dokunur bir şey söylemiyor ve kim bilir bu konuda belki bir hazırlık ta yapmıyorlar!
Oysa Türkiye’nin bugün karşı karşıya bulunduğu ve dolayısıyla muhalefet blokunun kendisini hazırlaması gereken iki büyük mesele var: rejim (ve yeniden yapılanma) ve ekonomi. Bunlara bir de geçiş döneminde izlenecek strateji meselesini eklemeliyiz.
Türkiye’nin ‘’rejim sorunu’’na 1990’ların başlarından beri yazı ve konuşmalarımda dikkat çekerim. Bu sorun ‘’iktidardaki’’ partiler değişse bile ortadan kalkmayan bir temel sorundur; nitekim bugün de başka bir görünüm altında varlığını sürdürmektedir. Ve bu sorunun kökleri Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemine, hatta İttihat-Terakki dönemine kadar geri gitmektedir.
Rejim sorununun özünde devletin toplum karşısındaki önceliğine ve toplumun da etnik-kültürel bakımdan türdeş bir ulus olarak tasarlanmasına dayanan bir anlayış yatmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinin bir yanıyla da -mağdurları hep ‘’Müslüman-Türk’’ olmayanlar olan- kitlesel katliamlar, etnik temizlikler ve pogromlar tarihi olmasının nedeni işte bu etnik-kültürel türdeşlik saplantısıdır.
Yine bu tasavvurda devlet, kurucu unsurları özgür ve özerk bireyler olan çoğulcu toplumun bir eseri ve aygıtı olarak görülmez, aksine toplumu belirleyen ve tanımlayan devletin kendisidir. Başka bir deyişle, devletin varlık nedeni toplum değil, toplumun varlık nedeni devlettir. Onun için Türkiye’de aslında ‘’Müslüman-Türkler’’ bile hak sahibi ‘’yurttaşlar’’ olmaktan ziyade devletin güdümü altındaki tebaadır.
Dolayısıyla, bu sistemde siyasetin esas amacı da toplumun ihtiyaç ve beklentilerinin karşılanması değil, devletin her ne pahasına olursa olsun bekasıdır. Türkiye’nin liberal olamamasının da, demokrasi olamamasının da ana nedeni budur. Kemalist rejimin baştan beri demokrasi diye bir kaygısı olmadığı gibi, liberalizmi de zaten resmen düşman olarak kodlamıştır.
Muhalefetin umduğu gibi cumhurbaşkanlığını ve Meclis çoğunluğunu kazanması halinde, en başta CHP ve İYİ Partinin bu temel sorunu bırakın çözmelerini bu sorunun varlığını idrak etmelerinin bile ihtimal dışı olduğunun elbette farkındayım. Çünkü bu sorun tam da bu partilerin devletçi-milliyetçi ideolojileriyle ve Kemalist hassasiyetleriyle ilgilidir. Esasen burada tanımladığım anlamda rejim sorunu şu veya bu parti veya partiler blokunun belli bir takvime bağlayarak çözülebileceği türden bir sorun da değildir.
Ama yakın gelecekteki muhtemel siyasî iktidarın en azından Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği standartlarıyla uyumlu bir kapsamlı anayasa değişikliği yoluyla bu sorunların orta ve uzun vadede çözümü -veya en azından bunların özgürlük ve demokrasi idealleri üzerindeki menfi yüklerinin azaltılması- için elverişli bir zemin oluşturması mümkündür. Bu, geçiş döneminin ihtiyaçlarını karşılama amaçlı bir anayasa değişikliğinden bağımsız olarak düşünülmesi gereken bir meseledir.
‘’Rejim sorunu’’ndan farklı olarak, iktisadî sorunun aciliyeti vardır ama siyasî iradenin ve ehil bir teknik kadronun varlığı halinde bu sorunun çözümü hem nispeten daha kolaydır, hem de o kadar uzun zaman gerektirmeyen bir meseledir. Onun için, bugünün muhalefet partileri bir iktidar değişikliği sonrasında siyasal sorumluluğu üstlenmeleri durumunda hemen işe koyulabilmek için şimdiden gerekli hazırlıkları yapmalıdırlar. Şu var ki, muhalefet blokunun başını çeken CHP kadrolarının teknik donanım bakımından bu iş için ne ölçüde uygun veya yeterli oldukları belirsizdir. Onun için, bu meselede asıl yükün DEVA Partisine düşeceği anlaşılmaktadır ama müstakbel koalisyonun kompozisyonunun buna ne ölçüde imkân vereceği de belirli olmaktan uzaktır.
Her halükârda Türkiye’yi zor günler bekliyor.
Geçiş dönemi stratejisini de başka bir yazıda ele alabilmeyi umuyorum. (Diyalog, 17 Temmuz 2022)