Nobel Edebiyat Ödülü sahibi ünlü romancı Mario Vargas Llosa 2001 yılında Foreign Policy dergisinde yayımlanan ‘’Özgürlük Kültürü’’ başlıklı denemesinde şöyle yazıyor:

‘’Kültürlerin bize öğrettiği en takdire değer ders, onların varlıklarını sürdürmek veya canlı kalmak için bürokratların veya komiserlerin korumasına da, demir parmaklıklar arkasında tutulmaya veya gümrükler tarafından tecrit edilmeye de ihtiyaçları olmadığıdır. Aksine bu gibi çabalar kültürü sadece soldurur, hatta değersizleştirir. Kültürler hür yaşamalı, başka kültürlerle sürekli yarışmalıdırlar. Bu onları yeniler ve yenileştirir, onların gelişmesine ve hayatın kesintisiz akışına intibak etmelerine imkân verir.’’

Bizim bürokratlarımızın, siyasetçilerimizin, hatta kültür adamlarımızın çoğu kültürlerin öğrettiği bu dersi maalesef takdir edememiş görünüyorlar.  Nitekim, Türkiye öteden beri kültürlerarası etkileşime kuşkuyla yaklaşmış, hatta tabir caizse ‘’kapalı kültür’’ politikası izlemiştir.  Bu politikanın temel amacı ‘’kültürümüzün korunması’’ olmuş, bu arada Türkçe ‘’yabancı diller’’in etkilerden arındırılmaya çalışılmıştır. Ha evet, Türkiye’nin bir ‘’kültür politikası’’ ve ondan sorumlu bir bakanlığı vardır!…

Oysa, kültürün ‘’politik olarak’’ belirlendiği yerde ne özgür bireysel tercihler, hatta ne de sahici anlamda kültür vardır.

Türkiye’de böyle bir kültür politikası izlenmesinin ana nedeni milliyetçiliktir, Sağı ve Solu birleştiren milliyetçilik… Milliyetçilik bir yandan kendi-kendine yeterliği ve aptalca bir kendisiyle övünmeyi, öte yandan yabancı düşmanlığını, en azından yabancı ve farklı olana karşı kuşkucu bakışı teşvik eder. Milliyetçi ‘’kültür politikası’’ aynı zamanda özgürlük karşıtı bir tercihtir.

Oysa, özgür bir toplumda kültür bir merkezden planlanıp güdülen bir şey değildir; kültür insanların özgür tercihlerinden, bu tercihlerin serbest etkileşiminden doğan, tasarlanmış olmayan, kendiliğinden bir sürecin eseridir. Onun için, bir toplumun kültürünün ne olacağına ve ne olması gerektiğine devletin karar verdiği yerde özgürlükten söz edilemeyeceği gibi, böyle bir politikanın sonucunun, kendini yenileyebilen, canlı ve dinamik bir kültür olmasına da imkân yoktur.

Türkiye’de tuhaf olan şöyle bir şey var: Genel olarak kültürel etkileşime daha açık görünen Sol yakın zamanlara kadar dil sözkonusu olduğunda bağnazca bir ‘’arılaşma’’dan yana tutum alırken, Sağ veya muhafazakâr kesim de Türkçenin başka dillerden etkilenmesi konusunda gösterdiği ‘’hoşgörü’’yü genel olarak kültürün dışa açıklığı konusunda göstermemiştir.

Öte yandan, ‘’kendi kültürümüz’’ü yabancı kültürlerin ‘’zararlı’’ etkilerinden sakındırma konusunda hassas olanlar,  buna karşılık Türkiye’nin kültür ve folklorunun başka toplumlar tarafından ilgi görmesinden veya ilgi görme ihtimalinden pek hoşnutturlar. Başka bir deyişle, bunlar tek taraflı bir ‘’açık kültür’’ anlayışına sahiptirler. Gerçi bu da o kadar kesin değildir. Nitekim, hatırlarsanız, Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülünü kazanması –muhafazakâr ve seküler versiyonlarıyla- milliyetçilikte birleşen her iki kesimi de bırakınız sevindirmeyi, aksine onları rahatsız etmişti.

Bu tek-taraflı sözde açıklık yanlısı tutum elbette anlaşılmaz değildir. Bunun arkasında ‘’Türk kültürü’’nün başka kültürlerle yarışamayacağından duyulan korku yatmaktadır. Ancak, bu korkuyu aşmanın da tek yolu ‘’kültürümüzü’’ yabancı etkilerden korumaya çalışmaktan vaz geçmektir. Vargas’ın dediği gibi, kültürlerin kendilerini yeni şartlara adapte ederek yenilenip gelişmeleri başka kültürlerle daimî bir etkileşim içinde olmalarına bağlıdır. Ne var ki milliyetçi saplantı bu bağlantının görülmesini de engellemektedir.

Milliyetçi kültür politikası taraftarlarının kavrayamadığı temel hakikat, medenî bir kültürün ancak toplumlar arası iletişim ve etkileşim ortamında yeşerebileceğidir. Ticaretin medenîleştirici etkisine inanan Montesquieu’nun ‘’ticaretin tarihi(nin) insanların iletişiminin tarihi’’ olduğuna işaret etmesi de aynı temel noktayı vurgulama amaçlıdır. Başka kültürlerle teması engellenen bir kültürün donuk ve durağan bir kütleye dönüşmesi, zamanla antropolojik bir malzeme haline gelmesi işten bile değildir.

Kısaca, kapalı toplumlarda medenî bir kültür yeşermez, evrensel değerde kültür eserleri ve kültür adamları yetişmez. Kültürel gelişme için en elverişli zemin özgürlük ve açık toplumdur. Bu arada, milliyetçilik de ‘’millî kültür’’ün dostu değil, düşmanıdır.

(Diyalog, 26 Nisan 2020)

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir