Malum, bugünlerde koronavirüs salgını bütün dünyayı, bu arada ülkemizi de eşine az rastlanır bir krizle karşı karşıya bırakmış bulunuyor. İnsanlık neredeyse bir bekâ sorunu yaşıyor.
Tabiî, hemen aklımıza özgürlük-güvenlik gerilimi geliyor. Kriz hemen hemen her yerde toplumları özgürlük-güvenlik geriliminin yarattığına benzer şartlara sürüklemiş durumda. Güvenlik tehdidinin insanları özgürlüklerinden fedakârlıkta bulunmaya sevk etmesi gibi, bugün içinde yaşadığımız kriz şartları da bizi bireyler olarak birçok özgürlüğümüzden kısmen veya tamamen vaz geçmeye zorlamaktadır.
Bunda prensip olarak yanlış olan bir şey yok; elbette, maruz kaldığımız olağanüstü durumun üstesinden gelmek için, gerekli olduğu ölçüde, özgürlük kısıtlamalarına ve sıkı tedbirlerin uygulanmasına rıza göstermek durumundayız. Hepimizin iyiliği bunu gerektiriyor. Ama aynı zamanda şunu da unutmamalıyız: Nasıl ki ‘’savaş devletin gıdasıdır’’, salgın hastalık gibi olağanüstü şartlar da aynı şekilde devletin ve devletçiliğin gıdasıdır. Nitekim, bu gibi kriz durumları devletlerin kişilerin özel alanlarına daha fazla tecavüz etmelerine yol açar.
Şimdi, kriz devam ettiği sürece devlet müdahalesinin genişlemesi anlaşılabilir olmakla beraber, mesele şu ki, devletler genellikle bu yolla kazandıkları mevzileri ve nüfuz alanlarını terk etmekte pek istekli değildirler. Yani, kriz durumlarında özel ve sivil alanlara müdahale kapasitesini bir kere genişlettikten sonra, devletin, olağan duruma dönüldüğünde oradan geri çekilmemesi güçlü bir ihtimaldir.
Bu ihtimale, ne yazık ki, kriz durumlarının genellikle insanlarda devletçi zihniyeti besleyip güçlendirmesi eşlik eder. Gerçekten de insanların çoğu normalde geçici olması gereken -ve beklenen- istisnaî kısıtlama ve tedbirleri bir süre sonra kanıksar ve normal olarak algılamaya başlarlar. Özellikle de, bunun, krizin yarattığı zorlukların üstesinden gelmelerini kolaylaştırmak için onlara malî destek sağlanmasıyla birlikte olması durumunda…
Bugün olduğu gibi, salgın hastalığa karşı önemli bir tedbir olarak insanların çoğunun evlerine kapanmaya mecbur bırakılmaları, özellikle işsiz kaldıkları süre esnasında hayatlarını idame ettirmeleri zorlaşan dar gelirli ailelere devlet yardımını zorunlu kılmaktadır. Ancak, bu desteğin makul bir süreyi aşması halinde, insanların normal zamanlarda da çalışma heveslerinin kırılması ve zamanla bir bağımlılık kültürünün içine sürüklenmeleri işten bile değil.
Öte yandan, eve kapanma zorunluluğunun sonucu olarak iş-gücün terk edilmesi de uzun süreli olarak uygulanabilecek bir tedbir değildir. Çünkü, kimilerinin çocuksu bir saflıkla sandıkları veya ideolojik önyargıyla söyledikleri gibi, bir toplum için ekonomik faaliyet bir fantezi veya ‘’olmasa da olur’’ türünden bir şey değildir. İnsanların ihtiyaç duydukları mal ve hizmetleri üretip onları bireylerin ayağına getiren piyasaların işlemediği bir durumda hayat durur. Bu arada, devlet yardımları da ‘’Hüda-yı nâbit’’ bir şey değildir, gökten filan inmiyordur yani. Devletin toplumun ürettiğinden bağımsız bir varlık veya zenginliği yoktur.
Kriz durumlarıyla ilgili başka bir mesele de şudur: Kriz şartlarının insanlarda komüniteryen eğilimleri güçlendirmesi normaldir de, bunun aynı zamanda onların kolektivist projelere ikna olmalarını kolaylaştırma riski de vardır. Bireylerin akrabalarının, eş-dostlarının, hemşehrilerinin, yurttaşlarının… kaderine normal olarak duydukları ilgi bu gibi durumlarda haklı olarak daha da artar, onlarla dayanışma duyguları güçlenir. Ancak normal olan bu gibi duyguların kriz dönemi esnasında zaman içinde kolektivist bir yöne evrilmesi ihtimalini de küçümsememeliyiz.
Bu noktayı vurgulamak şu bakımdan önemlidir: İnsanlar genellikle yardımlaşma ve dayanışma gibi olağan komüniteryen eğilimler ile kolektivizm arasında pek ayrım yapmaz veya yapamazlar. Oysa, genellikle zannedildiğinin aksine, kolektivizmin kişinin başkalarının kaderine ilgi duymasıyla ve onlarla gönüllü olarak dayanışmasıyla ilgisi yoktur. Kolektivizm, bireylerin -hayalî veya gerçek- bir kolektif bütüne feda edilmeleri veya kolektivitede yok olmaları demektir. Orada gönüllü yardımlaşma ve dayanışma değil, herkesin kolektivite adına hareket eden iradenin buyurduğu görevlere ceben koşulması vardır.
Aslında kolektivizm bir tür ilkellik çağrısıdır. Kolektif ruh toplumda baskının genelleşmesini meşrulaştırır; bireyselliği, bireysel girişim ve yaratıcılığı ve bireysel sorumluluğu yok eder. Oysa, bunlar gerek kriz esnasında gerekse krizi izleyen yeniden toparlanma döneminde toplumun en fazla ihtiyaç duyacağı tutumlardır.
Umalım ki, hem ülkemiz hem de bütün insanlık fazla hasar almadan bu krizin üstesinden gelsin. Ve, sosyalistlerle kimi İslamcıların kapitalizmin yıkılacağına dair ümitlerinin gerçekleşmesi bu sefer de başka bahara kalsın!
(Diyalog, 22 Mart 2020)