Yirminci yüzyılın önde gelen filozoflarından Bertrand Russell (1872-1970) ‘’Hür Düşüncenin Değeri’’ başlıklı denemesinde 1944 yılında şöyle yazmış: ‘’Kızgın bir Tanrı’dan korkmayı erdem sanan insan çok geçmeden yeryüzü tiranlarına boyun eğmeyi de bir erdem olarak görmeye başlayacaktır.”
Bu özlü sözün ilk dersi siyasî hayatla ilgilidir. Düşünür demek istiyor ki, insan bir kere ‘’korku’’nun -bu Tanrı korkusu da olsa- yönlendirmesiyle hareket etmeye başlayınca, bu onda genel olarak öfkeli muktedirleri kızdırmaktan kaçınmak yönünde pasifist bir alışkanlığın oluşmasına yol açar, bu alışkanlık ta politikada kişinin müstebit yöneticilerin öfkesinden sakınmak için boyun eğmeyi seçmesine zemin oluşturur.
Bu veciz sözde saklı olan ikinci ders, Russell’ın korkuya dayalı eylem ile ‘’erdem’’ arasında bir ilişki kurulmasının yanlış olduğuna ilişkin imasındadır: Korkuya dayalı eylem ‘’erdemli’’ bir eylem olamaz, çünkü her şeyden önce erdem daima bireylerin gönüllü davranışlarıyla bağlantılıdır. Erdem ahlâkî bir faile atfedilebilir ve ancak özgür olarak hareket eden kişi ahlâkî fail olabilir. Arkadaşlık, yardımseverlik, cömertlik, empati, doğruluk ve dürüstlük, adillik gibi birçok karakter özelliği veya haslet erdem olabilir, ama korkuya dayalı itaat değil.
Yanlış anlaşılmasın, korkuya dayalı itaatin ahlâken kınanması gereken bir davranış olduğunu ima etmiyorum. İnsanların erdemli olmak için muktedirlerin öfkesinden hiçbir şekilde çekinmemelerinin veya daha da ileri giderek zalim bir güce her ne pahasına olursa olsun karşı koymalarının şart olduğunu söylemiyorum. Dehşetli bir güce karşı koymak genellikle istisnaî bir cesaret işidir ve bunu herkesten bekleyemeyiz. Korkuya rağmen direnmek bir erdem olabilir, ama öyle davranmamak ta erdemsizlik değildir. Korkunun insanları boyun eğmeye sevk etmesinde erdem aranmaz, bu olsa olsa sağduyulu bir davranış olabilir.
Bertrand Russell’dan aktardığım sözün üçüncü bir iması daha vardır. Filozofun (gençlik yıllarımda Türkçesinden okuduğum, bu yazıyı yazmadan önce orijinal [İngilizce] metninden tekrar okuduğum) ‘’Niçin Hristiyan Değilim’’ (1927) başlıklı denemesinde şöyle yazıyor: ‘’Din öncelikle ve esas olarak korkuya dayanmaktadır.’’ Semavi dinler insanların ‘’kahhar’’ bir Tanrı’nın öfkesinden ve cehennemde ebedî olarak yanma ihtimalinden korkmaları üzerine kuruludur.
Russell ‘’kızgın bir Tanrı’’ derken öncelikle Hristiyanlığın Tanrı’sına işaret ediyorsa da onun yargısı diğer semavî dinler (Yahudilik ve İslâm) için de geçerlidir. Bu ‘’kadir-i mutlak’’ ve ‘’intikamcı’’ Tanrı anlayışı bakımından yerleşik İslamî gelenek te Hristiyanlık’tan pek farklı değildir. Russell’a göre, kiliselerde kurumlaşmış haliyle Hristiyanlık tarihsel olarak dünyadaki ahlâkî ilerlemenin önündeki en büyük engel olmuştur ve halâ da öyledir. Russell ayrıca dinsel zulüm ve vahşetin arkasında da korkuya dayanan din anlayışının yattığı kanaatindedir: ‘’İkisinin de temeli korku olduğu için, vahşetle dinin el ele gitmiş olması şaşırtıcı değildir.’’
Russell ‘’öfkeli bir Tanrı’dan korkma’’nın erdem olmadığını söylerken aslında Hristiyanların ahlâk ile Tanrı’ya -ve dolayısıyla cehennemin varlığına- inanç arasında kurdukları bağlantının yanlışlığını da anlatmak istemektedir. Nitekim ‘’Niçin Hristiyan Değilim’’ adlı denemesinde dinin insanları erdemli yaptığı düşüncesini ve eğer Hristiyan dinine bağlanmazsak hepimizin kötülüğe batacağımız inancını eleştirmektedir.
Aslında, ister Hristiyan olsun isterse başka bir dinden, dindarlığın ahlâkın temeli olduğuna ilişkin iddia tamamen dayanaksızdır. Şöyle ki: Eğer dindarlıkla ahlâkî eylem arasında müspet bir ilişki olduğu önermesiyle kastedilen cehennem korkusunun insanları kötülükten sakındıracağı ise, burada yanlış bir mantıksal bağlantı kurulmaktadır. Korkunun her zaman insanları kötülükten alıkoymasını gerektiren mantıkî bir neden yoktur.
İnsanın korkudan dolayı zorunlu olarak ‘’iyi’’yi yapmaya yöneleceği de söylenemez, en azından bu garanti değildir. Hatta korkunun kişiyi kötüyü yapmaya sevk etmesi daha da muhtemeldir. Korkunun etkisinde olan kişi ahlâkî eylemin ön şartı olana sağlıklı ahlâkî değerlendirmeyi yapamaz. Kaldı ki, korku kişiyi dinsel anlamda ‘’iyi’’ veya ‘’doğru’’ olanı yapmaya yöneltse bile, bu anlamda ‘’iyi’’ ile ahlâkî anlamda ‘’iyi’’ zorunlu olarak birbiriyle örtüşmez. Dinlerin ‘’iyi’’si gerek bizatihi gerekse araçsal olarak ahlâka kayıtsız, ilgisiz veya -özellikle araçsal bakımdan- ahlâka aykırı olabilir; bireysel tercihe paternalistik müdahale, dini yaymak için cebir kullanılması veya din adına katliam yapılması örneklerinde olduğu gibi.
Burada ahlâkî bakımdan önemli olan başka bir problem de şudur: Dinsel bir buyruğun ahlâkî değerlerle uyuştuğu varsayımı altında (yani, dinin ‘’iyi’’sinin sahiden ‘’iyi’’ olması durumunda) bile, kişinin ‘’doğru’’ eylemi ‘’Tanrı’nın gazabından korunmak’’ veya Cennete gitmek için yapması bir tür alış-veriş olup, kendiliğinden değerli bir eylem değildir. Öyle çünkü bu iradî bir tercihin değil, bir zorlamanın veya tehdidin ürünüdür. Yine de, böyle bir alış-verişin değerini sonucuna bakarak belirlemeliyiz denirse, bu alışverişin iyi veya değerli bir sonuç getirip getirmeyeceği konusunda da kesin bir bilgiye sahip değiliz.
Sonuç olarak, bu yazının başında Bertrand Russell’dan aktardığım vecize önemli bir ahlâkî mesaj içermesinin yanında, ‘’kızgın bir Tanrı’dan korkmayı erdem sayan’’ toplumlarda otoriter rejimlerin yerleşmesini kolaylaştıran bir nedeni de gün ışığına çıkarmaktadır. (Diyalog, 21 Ocak 2024, revised)