Kıbrıs’ın halihazırdaki siyasî yapısı tuhaftır. Şöyle ki: KKTC uluslararası hukuka göre bir devlet sayılmadığı için, ”Kıbrıs Cumhuriyeti”  resmî ”ülkesi”nde yaşayan nüfusun aşağı yukarı üçte birini temsil eden kurumlardan yoksun olan bir ”demokrasi”dir. Bu nedenle, Kıbrıs Türkleri Kıbrıslı Rumlarla eşit haklara sahip tam vatandaş statüsü kazanmadıkları, devletin temel yapısında temsil edilmedikleri ve kamu kurumlarında görev alamadıkları sürece de Kıbrıs Cumhuriyeti bu patolojiden kurtulup sağlığına kavuşamayacaktır.

Biliyorum, Kıbrıs’ta bugün statükonun devamından yana olan Türkler de var, ama bu kesinlikle onların yararına değildir. Her ne kadar aksi varitmiş gibi görünse de, bu sorunun çözülmeden kalması aslında Kıbrıslı Rumların da yararına değildir. Onun için, Türkleri ve Rumlarıyla bütün Kıbrıs’ın iyiliği için bu sorunun acilen çözülmesi gerekiyor. Kıbrıs’taki ve Türkiye’deki milliyetçilerin hoşuna gitmeyecek olsa da, söylemek zorundayım ki, Kıbrıs’ta statükonun devamı Kıbrıs halklarının değil, sadece Yunanistan’ın ve hatta belki Kıbrıs’a sadece Türkiye’nin varsayılan güvenlik çıkarları açısından bakan ”hikmet-i hükümet” erbabının işine gelir.

Halihazırdaki durum itibariyle KKTC dünyadan soyutlanmış, kendi içine kapalı bir toplumdur. Vatandaşlarının kendine ait pasaportları olmadığı için, dünyayla ancak dolambaçlı ve daha maliyetli yollardan iktisadî ve kültürel temasa geçebilirler. İyi-kötü bir havaalanı var ama oradan Türkiye’den başka bir yere uçmanız mümkün değil. Türk bölgesinin kendi pazarı küçük olduğu gibi, doğrudan dünya pazarlarına da açılamaz. Kuzey Kıbrıslılar ülkelerinin coğrafî konumunun bahşettiği devasa turistik potansiyeli bile doğru dürüst kullanamıyor ve ”Kıbrıs Cumhuriyeti”nin Avrupa Birliği üyesi olmasının sağladığı imkânlardan yararlanamıyorlar. Bir tür karantina haline benzeyen bu durum ilânihaye devam edemez; hür ve müreffeh bir toplum olabilmek için, her şeyden önce herkesçe tanınan bir statüye sahip olmanız ve dünyayla irtibata geçebilmeniz gerekir.

Statükonun KKTC’ye sağladığı tek önemli avantaj güvenliğinin Türkiye’nin garantisi altında olmasıdır. Ancak, bir halkın ufkunu ve geleceğini, ”refah ve özgürlük” ile ”güvenlik” arasındaki böyle bir değiş-tokuşa kilitlemenin hakkaniyetli olduğu kuşku götürür. Yaşanmış tecrübeler ışığında, Kıbrıslı Türklerin güvenlik kaygısının sahici ve önemli olduğunun elbette farkındayım. Bu nedenle, Türk tarafının güvenlik meselesinde ısrarlı olması anlaşılabilir bir durumdur. Ama burada asıl mesele, Türkiye’nin resmî garantisinin karşı tarafa kabul ettirilmesinin mümkün olmaması halinde -ki bu çok muhtemeldir- bunu ikame edebilecek diğer tedbirler üzerinde düşünülüp düşünülmediğidir.

Öte yandan, Türkiye’de Kıbrıs sorununun çözülmesini istemeyen güçlü bir damarın var olduğu bilinmeyen bir şey değil. Muhtemelen Kıbrıs Türklerinin de hatırı sayılır bir kısmı ”kendi kaderini tayin” hak ve özleminin Türklerin kendi bağımsız devletlerine sahip olmalarını gerektirdiğini düşünüyorlardır. Oysa mevcut uluslararası konjonktürde bunun gerçekçi bir beklenti olmadığı açıktır. Kaldı ki, ”kendi-kaderini tayin”e ilişkin haklı talebin gerekleri pekalâ federatif bir yapı içinde de karşılanabilir. Esasen, halihazırda Kıbrıs Türk halkının çoğunluğunun da iradesi bu yönde olmalıdır ki, Rum yönetimiyle federal bir temelde nihaî bir çözüm için müzakereleri devam ettirmektedir.

Muhtemel bir federal Kıbrıs Cumhuriyeti formülünde Türk tarafını asıl kaygılandıran, uygun güvencelerin yokluğu halinde, çoğunlukta olan Rumların zamanla Türkleri azınlık durumuna düşürmeleri ve hatta onlara yeniden eski acı günleri yaşatabilmeleri ihtimalidir. Türkiye’nin garantörlük konumunun hukukîleştirilmek istenmesi de bu endişeden kaynaklanmaktadır. Şüphe yok ki, kurucu halklardan birini azınlık statüsüne düşürecek bir anayasal çerçeve federalizmle bağdaşmaz. Federal bir sistem, Türk tarafının da ısrar ettiği gibi, kurucu halkların eşitliğine dayanmak zorundadır. Genel oyla seçilecek cumhurbaşkanının ya münavebeli olarak Rum ve Türk olması ya da Cumhurbaşkanının kabinesinin belli bir oranda Türklerden oluşması bu amaca hizmet edebilir. Ama bundan daha önemlisi, yasama organının çift meclisli olması ve meclislerden birinin bütün nüfusu orantılı temsil ederken, diğerinin Türklerle Rumların eşit temsiline dayanmasının sağlanmasıdır.

Buna karşılık ”iki-bölgelilik” denen şeyin doğru anlaşıldığından emin değilim. Bununla, Rum ve Türk halklarının her birinin münhasıran kendi yalıtılmış bölgelerinde hayatlarını sürdürmeleri ve sadece kendi bölgelerinde iş kurabilmeleri, başka bir anlatımla âdeta iki ayrı ”ülke”den oluşan ama kendi ayrı (ortak) ülkesi bulunmayan bir federasyon ise, bunun makul olmadığı açıktır. Onun için, sanırım, Türk tarafının asıl ısrarlı olması gereken husus eşitlikçi anayasal-kurumsal düzenlemelerdir.

(Diyalog, 4 Ağustos 2019)

 

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir