“İşleri doğru yoldan yaparsak, muhtemelen doğru şeyi yaparız.”[1]  Lon Fuller  ”Usul esastan önce gelir.” Türk atasözü

 

1.GİRİŞ

İnsanlar genellikle hukukun adaletle ilişkili olduğunu düşünürler. Nitekim, hukuk hakkında uzmanlık bilgisine sahip olmayan insanlar bile hukukla adalet arasında kopmaz bir ilişki olduğunu varsayarlar. Bu arada, sözgelişi Friedrich A. Hayek de “insanların bir hukuk düzenini keyfî yönetimden ayırt ettiklerinde akıllarında tuttukları şey”in adalet ideali olduğuna dikkat çekmiştir (Hayek 2012: 285-86) ki bu da aynı fikri vurgulamaktadır.

Bu ilişki aslında hukukla ve mahkemelerle ilgili birçok sembolde ve sembolik anlatımda ifadesini bulmuştur. Nitekim, mahkemeleri içine alan bina komplekslerine “adalet sarayı” deriz. Pekçok ülkede hâkimlerin ve mahkemelerin ilişkili olduğu bakanlığın adı “Adalet Bakanlığı”dır. Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin binasında “Herkes için Adalet” yazar. Bütün bunlarla tutarlı olarak, mahkemelerin “adalet dağıttıkarı”ndan söz ederiz.

Öte yandan, “hukuk” kelimesi Türkçe dahil birçok dilde köken olarak “hak ve adalet”le ilişkilidir. Nitekim, Türkçemizde hukuk kelime anlamı olarak “haklar” demektir; “hak” ise doğruluk ve haklılıkla ilgili bir kavramdır. Hukukun insanlara haklarının güvence altında olmasını ve keyfîlik karşıtlığını çağrıştırması bununla ilgilidir. Lâtincede de adalet (iustitia) kelimesi hak ve hukukla (ius) aynı kökten gelir.

Nihayet hukukçu bilim adamları da hukukun adaletle ilişkisini teslim ederler. Bu bağlamda “(h)ukukun asıl amacının adalet olduğu” veya hukukun normlarında ‘’adalet değerini yansıtması” gerektiği (Aral 1988: 45) söylenmiştir. Hukukun üstünlüğünün öncü teorisyenlerinden Hayek ise hukuku doğrudan doğruya “âdil davranış kuralları” olarak nitelemiştir.

Şu var ki, bütün bunlara rağmen bizim hukuka giriş niteliğindeki kitaplarımızda, kabaca, hukukun devlet destekli müeyyidelerle tahkim edilmiş normlar sisteminden ibaret olduğu yazar. Yani, hukuk hak ve adalet değerlerinden bağımsız olarak, neredeyse tamamen devlet cebriyle tanımlanır. Gerçi, bizim hukuk öğretimimizde medenî dünyada artık taraftarı kalmamış olan bu kaba pozitivizmin (“hukukun emir teorisi”nin) yanında “tabiî hukuk”tan da söz edilir ama öğrencilere onun pek de gerçekçi olmayan bir “ideal”i yansıttığı hissettilir. Bütün bunların  Bodin ve Hobbesvari ‘’mutlak-egemenlik’’çi bir genel devlet teorisi çerçevesi içinde  yapıldığını da kaydetmek gerekir.

2. HUKUK NEDİR?

Hukuk Türkiye’de devlet seçkinlerinin, hatta uygulamacı hukukçular ve hukuk akademisyenlerinin genellikle varsaydığı gibi, gerçekten de  devlet tarafından cebren uygulanan herhangi bir normlar sistemi demek midir?… Gerek yapılışı gerekse muhtevası bakımından yönetilenlerin irade ve rızasından, onların adalet ve esenlik beklentisinden bağımsız olarak, tamamen devletin tek-taraflı dayatması şeklinde ortaya çıkan bir cebrî normlar sisteminin varlığı ‘’hukuk’’ sayılmak için yeterli midir? Eğer öyleyse, ‘’hukuk’’ denen fenomenin, silâhlı gücü sayesinde belli bir coğrafî mekânda hasbelkader kontrol sağlamayı başarmış olan bir çetenin cebrî emirlerinden ne farkı vardır?… Hukukun, ‘’hukuk’’ kavramının insanlara ne çağrıştırdığından ve onların ‘’hukuk’’a ilişkin algılarından tamamen bağımsız olarak anlaşılması mümkün müdür? Bu arada, hak ve adaletten bağımsız bir ‘’hukuk’’ olabilir mi?…

Hukukun mahiyetine ilişkin bu sorular, kabaca, tabiî hukukçularla ‘’hukukun emir teorisi’’ni benimsemiş olan pozitivistler arasındaki geleneksel tartışmanın asıl içeriğini oluşturmaktadır. Burada ‘’tabiî hukukçularla hukukî pozitivistler arasındaki tartışma’’ demekten bilerek kaçındım; çünkü, hukuku devletin emirleri toplamı olarak gören tezi genel olarak pozitivizme atfetmek, başta H.L.A. Hart olmak üzere birçok çağdaş positivist düşünüre haksızlık olurdu. Nitekim Hart kendi pozitivizmini kurmaya ‘’hukukun emir teorisi’’ni eleştirerek başlar ve hukukun tanımına vatandaşın hukuka ‘’içsel bakış’’ını da dahil eder. Hart ayrıca, hukukun zorunlu olarak ‘’asgarî (bir) tabiî hukuk içeriği’ne sahip olması gerektiğine de dikkat çekmiştir.

Aslına bakılırsa, hukukun mahiyeti hakkındaki tartışma hukukun –pozitivistlerin ileri sürdükleri gibi- gözlemlenebilir bir ‘’olgu’’dan ibaret olup olmadığına ilişkin bir tartışmadır. Her ne kadar Hart’ın kendisi ustalıklı bir manevra ile sorunun bu şekilde ortaya konmasının makul olmayan çağrışımlarından kaçınabilmiş ise de, bu kabul ister-istemez hukuku etkili olan (yani, insanların davranışlarını fiilen yöneten veya yönlendiren) kural ve emirlerle özdeşleştirmeye meyleder. Hukuka doğru bakış elbette hukukun dış dünyadaki bu fizikî gerçekliğini reddetmezdi, ama burada asıl mesele geleneksel pozitivizmin bu durumu münhasıran devletin cebir gücüne ve bu arada cebrî yaptırımlara bağlamasındadır. Oysa, Hart’ın kendisinin de kabul ettiği gibi, hukukun bireylerin davranışlarını fiilen yönetebilmesi sadece bir güç meselesi olmaktan çok, kişilerin hukuk kurallarını kendileri açısından uyulması ‘’gereken’’ davranış standartları, yani bağlayıcı normlar olarak kabul etmeleriyle ilgilidir.

Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, hukukun mahiyetine ilişkin tartışma, daha doğru olarak, hukukun fizikî bir ‘’olgu’’dan mı ibaret olduğu, yoksa onun aynı zamanda bir ‘’fikir’’ mi olduğu şeklinde de ortaya konabilir. Hukukun aynı zamanda bir ‘’fikir’’ olması demek, onun bireylerin hukukun ne olduğuna ilişkin düşünce ve anlayışlarından bağımsız olarak anlaşılamayacağı demektir. Daha açık bir deyişle, ayakta kalmasını sadece devletin cebir gücüyle desteklemesine borçlu olan bir kurallar ve buyruklar sistemine insanlar şu veya bu nedenle uysalar -veya uymak ”zorunda kalsalar”- da, çoğu insan yine de bu sistemin ‘’hukuk’’ adını hak etmediğini düşünür. Burada ‘’hukuk adını hak etme’’ ifadesiyle, pozitivistlerle tabiî hukukçular arasındaki standart tartışma için iddia edildiği gibi, hukukun ‘’olan’’la mı yoksa ‘’olması gereken’’le mi ilgili olduğu tartışmasını ima ediyor değilim. Kast ettiğim, hukuk adına var ‘’olan’’ şeyin fiziksel bir gerçeklikten mi ibaret olduğu, yoksa bu ‘’olan’’ın kişilerin hukukun ne olduğuna ilişkin düşüncelerini de içerip içermediği sorunudur. Kısaca diyebiliriz ki, hukukun ne olduğuna ilişkin olarak insanlar arasında yaygın olan düşünce de bir ‘’olgu’’dur ve hukuka dahildir.

Eğer öyleyse, o zaman hukuku sadece cebrî bir normatif sistem olarak değil de, hukukun ne olduğuna ilişkin genel-evrenselci düşünceye uygun olarak, keyfî yönetim karşısında insanlara güvenlik sağlayan ve onların haklarını güvence altına alan normatif bir sistem olarak tanımlamamız gerekir. Aksi halde, olumlu anlamda ‘’evrensel hukuk’’ ifadesinin neden toplumlar arasında genel kabul gördüğünü ve ‘’hukuk’’ deyince insanların aklına genellikle neden ‘’hukukun evrensel ilkeleri’’nin geldiğini açıklayamayız.  Hukukun adaletle bağlantısı işte tam da bu noktada devreye girmektedir: Hukuk eğer arkasındaki devlet gücü sayesinde etkili bir şekilde işleyen bir fenomenden ibaret değilse, onu insanların hukuka ilişkin evrensel algısının ilk referansı olan ‘’adalet’’ değerinden bağımsız olarak düşünemeyiz. Hukuk düşüncesi her yerde adaletle ilgilidir, hemen hemen bütün kültürlerde hukukun adaletle kopmaz bie şekilde bağlantılı olduğunu ifade veya ima eden sözler ve ibareler vardır. Bunların en yaygın olanı, mahkemelerin ”adalet dağıttıkları”na ilişkin söz ve anlayışlardır. Ayrıca, birçok bağlamda hukukla adalet eş anlamda kullanılır.

Öyleyse, hukuk cebren uygulanan, müeyyideye bağlanmış herhangi bir normlar sisteminden ibaret görülemez; hukuk ona uyma konusunda kişilerde yükümlülük duygusu uyandıran, kişilerin hukukunu (haklarını) güvence altına alan ve aşağıda açıklayacağımız anlamda âdil bir ilkeler, kurallar ve kurumlar sistemidir. Öte yandan, Jeremy Waldron’ın da dikkat çektiği gibi , hukukun ne olduğu “hukukun üstünlüğü”nün gereklerinden büsbütün bağımsız olarak anlaşılamaz (Waldron 2008: 9-10). Hukukun üstünlüğünün çoğu gereği ise aynı zamanda hukukun âdilliğinin de bir kriteri olarak görülebilir.

Elbette, adaletin ve hukukun üstünlüğünün asgarî gereklerini karşılamayan bir normatif sistemi devlet zorla yürütebilir; ama bireylerin gönüllü olarak ve yükümlülük duygusuyla itaat etmedikleri böyle bir sistem hukuk adını hak etmez. Yüksek sesle ilân etmeye cesaret edemeseler de aslında insanların çoğu bunu özünde herhangi bir çeteninkinden farklı olmayan bir kaba kuvvet uygulaması olarak görürler.[2]

3. HUKUKUN ADALETLE İLİŞKİSİ

‘’Âdil hukuk’’ biri şeklî diğeri maddî olmak üzere başlıca iki şekilde anlaşılabilir. İlk olarak şeklî anlamda âdil hukuk, hukuk kurallarının ve bir bütün olarak hukuk sisteminin hem belirli yapısal özellikleri taşımasını hem de bu kuralların hakkaniyetle (yani, tarafsızca, ayrım gözetmeyen bir şekilde) uygulanmasını ifade eder.  Lon Fuller’ın doğru anlamda hukukun ölçütleri olduğunu savunduğu standartlar (‘’hukukun içsel ahlâkı’’nın gerekleri) ile Hayek’in önerdiği kriterler (genellik, soyutluk, amaçtan-bağımsızlık) adaletin bu gereklerini büyük ölçüde karşılamaktadır.

Ancak, bunlara geçmeden önce hukukun ‘’düzeltici adalet’’le ilişkisine kısaca temas etmeliyiz. Hukuk bağlamında düzeltici adalet, esas olarak, insanların mahkemelerin ‘’adalet dağıttıkları’’nı söylediklerinde kast ettikleri şeydir. Hukuk ve adalet ilişkisi kendisini en belirgin bir şekilde düzeltici adalette gösterir; hukuk, mahkemeler aracılığıyla düzeltici veya telâfî-edici anlamda adalete hizmet eder. “Düzeltici adalet”in esası başkalarına verilen zararın giderilmesi, tamir ve telâfi edilmesidir. Bir kişi başkalarına, onlarla arasındaki sözleşmeyi ihlâl ederek, onlara “haksız fiil” yoluyla veya suç işleyerek zarar verebilir. Düzeltici adalet hem ika edilen zararın telâfi edilmesini sağlayarak, hem de zararın tazminini zarar-veren eylemin fâiline yükleyerek adaleti sağlar.

  1. Hukukun Yapısal Adaleti

Hukukun adaleti en başta hukuk kurallarının bazı yapısal özellikler taşımasını gerektirmektedir, bu özellikleri kısaca ‘’kural adaleti’’ olarak belirtebiliriz. Lon Fuller’ın “hukukun iç ahlâkı”na ilişkin teorisi adaletin bu anlamdaki özelliklerinin iyi bir anlatımıdır. Fuller’a göre, hukukun iç ahlâkının gereklerinin çoğunu karşılamayan bir normlar sistemi “hukuk” olarak adlandırılmayı hak etmez. Bunun nedeni, bu gereklerle büyük ölçüde uyumsuz olan bir normatif sistemin bireylerin davranışlarını yönetmesinin mümkün olmamasıdır. Çünkü, hukuk ‘’insanların davranışını kuralların yönetimine tâbi kılma girişimi’’dir (Fuller 1969: 96, 106).

Fuller ‘’hukukun içsel ahlâkı’’nın gereklerini şu şekilde belirtmiştir (Fuller 1969: 39, 46 vd.): (1) Kanunlar genel olmalıdır, (2) Kanunlar yurttaşların bağlı olacakları standartları bilmelerine imkân vermek üzere ilân edilmelidir, (3) Geçmişe yürüyen kurallar ve uygulamalar asgarîye indirilmelidir, (4) Kurallar anlaşılabilir olmalıdır, (5) Kurallar birbiriyle çelişmemelidir, (6) Kurallar muhataplarından yeteneklerini aşan davranış gerektirmemelidir, (7) Kurallar nispeten istikrarlı olmalıdır (sık sık değişmemelidir), (8) İlân edilen kanunlarla onların fiilen uygulanması arasında bir uyum var olmalıdır. Kısaca, Fuller’a göre, hukukun iç ahlâkı onun yapısal özelliğini belirlemektedir.

Öte yandan, Friedrich A. Hayek’e göre hukuk ‘’âdil davranış kuralları’’ndan oluşan bir sistemdir. Hayek ‘’âdil davranış kuralları’’ terimi ile doğru anlamda kanun veya hukuku kast etmekte ve onları bir tür ‘’emir’’ olan yasaların (legislation) karşısında konumlandırmaktadır.[3] Ona göre kanun, (i) (âdil) bir davranış kuralıdır, (ii) herkes için geçerlidir (genellik), (iii) kişiye ne yapacağını söylemez, fakat sadece onun içinde hareket edeceği özgürlük alanının sınırlarını belirler, (iv) belirlilik ve öngörülebilirlik sağlar (Hayek 2012: 165-66; Hayek 2013: 315-16).[4]

Bu arada başka bir hukuk düşünürü Joseph Raz “hukukun üstünlüğü”nün –dolayısıyla, hukukun adaletinin de- gerekleri arasında yargı bağımsızlığı, kamusal işlemlerin yargısal denetimi ve mahkemelere erişimin kolay olması gibi hususları da saymakla beraber (Raz 1979: 214-18), bunları izleyen alt başlıkta temas edilen “usulî hakkaniyet”in gerekleri olarak görmek daha doğru olabilir.

2. Doğal Adalet ve Usulî Hakkaniyet

Fakat hukukun adaletle ilişkisi onun “kural adaleti”nin gereklerini karşılamasından ibaret değildir. Başka bir ifadeyle, hukukta adalet –veya hukuk yoluyla adalet- yalnızca kuralların âdil olmasıyla sağlanamaz; ayrıca hukukun mahkemelerce adalet ve hakkaniyetin gereklerine uygun olarak uygulanması da gerekir. Kuralların uygulanması aşamasında söz konusu olan bu adalet bazan “doğal adalet” ama daha çok da “usulî hakkaniyet” olarak anılmaktadır. “Doğal adalet” açık duruşma, savunma hakkı ve mahkemelerin bağımsızlığına uygun âdil bir yargılamayı gerektirmektedir. Yine doğal adalete göre, kimse kendi davasında yargıç olamaz. “Usulî hakkaniyet” de, buna benzer şekilde, hukuk uygulamasında taraflara eşit muamele edilmesini, onlara söz hakkı tanınmasını ve tarafsızlığı gerektirir. Bugün usulî hakkaniyetin gerekleri daha somut ve ayrıntılı olarak ‘’âdil yargılama’’ başlığı altında incelenmektedir.[5] Hukukun uygulanmasında bu gereklere uyulmamasının, içerdiği kurallar âdil olsa da sistemin bütününün adaletini zedeleyeceği açıktır.

4. HUKUKUN MADDÎ ADALETİ VE İNSAN HAKLARI[6]

Kanaatimce, belli bir anlamda ‘’insan hakları’’, aşağıda açıklayacağım üzere, hukukun hem maddî hem de şeklî adaleti bakımından zorunlu bir unsuru olarak ortaya çıkmaktadır. Maddî anlamda adalet toplumda değerlerin, nimet ve külfetlerin dağılımıyla ilgilidir. Daha önce belirttiğimiz gibi, ‘’düzeltici adalet’’ hakları veya meşru çıkarları ihlâl edilmek suretiyle kişilere verilen zararı telâfi etmek, başka bir deyişle mağdurlara hakları olanın iade edilmesini sağlamak suretiyle bir anlamda dağıtıcı adalete hizmet eder. Bunun dışında maddî adaletin hukuk yoluyla sağlanmasının imkânı son derece şüphelidir. Çünkü, farklı dünya görüşlerine ve ‘’iyi’’ anlayışlarına sahip olan insanlar arasında bireylerin neyi hak ettiklerinin hangi kritere veya kriterlere göre belirleneceği konusunda genel bir mutabakat yoktur. Joseph Raz’ın dediği gibi, günümüzün büyük ölçekli çoğulcu toplumlarında adaleti de içerecek şekilde herkesin paylaştığı geniş bir ahlâkî ilkeler setinden söz edilemez (Raz 2001: 78). Jeremy Waldron da buna benzer şekilde, adaleti önemseyen ve onu hukukta somutlaştırmak isteye insanların bile adaletin ne olduğu veya en iyi nasıl gerçekleştirileceği konusuna farklı görüşlere sahip olduklarına dikkat çekmiştir (Waldron 2000: 782-784). Mahkemeler aracılığıyla gerçekleşen düzeltici adaletin bunun istisnası olmasının nedeni, onun bireylerin zaten sahip oldukları hakların geri verilmesini sağlamasıdır.

Bununla beraber, insan haklarını, maddî adaletin gerekleri üstünde evrensel mutabakata varmanın zorluğunun kısmî bir istisnası olarak görebiliriz. Hukukun maddî anlamda adaleti, bir hukuk sisteminin kişilere ‘’hakkı olanı veya hak ettiğini’’ verip vermediğiyle veya ne ölçüde verdiğiyle ilgili olduğuna göre, kişilerin en başta insan haklarını ‘’hak ettikleri’’ni söyleyebiliriz. Bu da bireylerin ‘’insan hakları’’nı tanımasını hukukun maddî adaletinin bir gereği olarak görmemiz gerektiği anlamına gelir. Esasen, çoğulcu bir toplumda adaletin mahiyeti ve gerekleri konusunda insanlar arasında makul görüş farklılıklarının varlığı normal olmakla beraber, bu konuya ilişkin görüş farklılıklarının dışında tutulabilecek olan tek konu konu insan haklarıdır. Kısaca, hukukun içeriğinin de insan haklarıyla uyumlu olması, dolayısıyla âdil bir hukukun öncelikle bireylerin insan haklarını tanıyıp koruma altına alması gerekir.

Böylece,  maddî adaletin ‘’insan hakları’’nın dışında neleri gerektirdiği üzerinde genel bir mutabakat sağlamanın imkânsızlığı sonucuna ulaşmış bulunuyoruz. Çünkü insan hakları dışında kişilerin neleri hak ettikleri onların somut durum ve ilişkilerine (sözleşmeden, haksız fiilden vb. doğan ilişkiler gibi) bağlı olduğundan bu konuda genel-soyut bir belirleme yapılamaz.

Ancak, insan haklarına saygının âdil bir hukukun zorunlu bir özelliği olduğuna ilişkin mutabakat, konu bu hakların neler olduğuna gelince hemen zayıflamaktadır. Bu bağlamda, uluslararası insan hakları hukukunun kapsamıyla ilgili olarak şöyle bir ayrım yapabiliriz: (a) kabaca sivil hak ve özgürlüklere karşılık gelen özgürlük ve dokunulmazlık hakları, (b) siyasî haklar ve (c) refah hakları (yaygın deyimiyle, ‘’sosyal ve ekonomik haklar’’). Şimdi, negatif karakteri ağır basan özgürlük ve dokunulmazlık hakları ile siyasî hakların bireyler arasında ‘’nimet ve külfet’’ dağıtımıyla pek ilgili olmadıkları söylenebilirse de, refah haklarının büyük ölçüde dağıtımcı bir nitelik taşıdıkları açıktır. Dağıtım meselesi söz konusu olduğunda ise, kimin neyi ne kadar ‘’hak ettiği’’ ve hak edişlerin maliyetinin ilgisiz başkalarına yüklenip yüklenemeyeceği sorunu ortaya çıkacağından, bu hakların ‘’adaletin zorunlu gereği’’ olarak tanınmasını istemenin makul olduğu söylenemez.

Öte yandan, değer dağıtımıyla pek ilgili olmayan ‘’özgürlük ve dokunulmazlık hakları’’ ise, tersine, kişileri başta devletin keyfî müdahalesine karşı koruyan güvenceler olarak görülebilirler. Dolayısıyla özgürlük ve dokunulmazlık hakları kişisel güvenceler olmak itibariyle usulî adaletin ve hukukun üstünlüğünün bir gereği olarak ortaya çıkmaktadırlar. Kısaca, bireylerin özgürlüğün garanti eden ve onlara keyfî devlet müdahalesi karşısında korunma sağlayan “insan hakları’’na saygıyı âdil bir hukukun gereği olarak görmemizin bir nedeni, bu alanda toplumda ve toplumlar arasında güçlü bir mutabakat sağlamanın mümkün olması ise, bir diğer nedeni de insan haklarının korunmasının bir yönüyle de usulî adaletle ilgili olmasıdır.

Adaletin -ve bu arada, hukukun üstünlüğünün- insan hakları güvencelerinin hukukun zorunlu bir unsuru olmasını gerektirmesi, Herbert Hart’ın “hukukun asgarî tabiî hukuk içeriği” dediği şeyle de tutarlıdır. Hart’a göre, insan doğasının temel özelliklerinin ve “doğal zaruretler”in dayattığı bir durum olarak; bir hukuk sisteminin, bireylerin hayatlarını idame ettirmelerinin temelini oluşturan hayat, hürriyet ve mülkiyetin korunmasını ve sözleşmelerin yerine getirilmesini garanti etmesi gerekir. Ayrıca, Hart’ın bu görüşü onun herkesin bir tür ‘’doğal hak’’ olarak olan “özgür olma eşit hakkı”na sahip olduğu fikriyle de tutarlıdır. Sonuç olarak, Hart’a göre de, modern toplumlarda hukukun herkesin özgürlüğünü ve dolayısıyla temel haklarını güvence altına alması insanlık durumunun bir gereğidir (Hart 1978: 189-93; Hart 1992).

ATIF YAPILAN KAYNAKLAR

Aral, Vecdi (1988), Toplum ve Adaletli Yaşam (İstanbul: Filiz Kitabevi).

Erdoğan, Mustafa (2019), ‘’Hukuk, Kanun, Yasa(ma), Pasajlar Sosyal Bilimler Dergisi, No. 1, ss. 37-          49.

Erdoğan, Mustafa (2017), Hukuk ve Adalet (Ankara: Orion Kitabevi)i

Erdoğan, Mustafa (2015), ‘’Hukuk, Hukukun Üstünlüğü ve Adalet’’, Haşim Kılıç’a Armağan,  (Ankara: Anayasa Mahkemesi Yayınları), ss. 331-347.

Erdoğan, Mustafa (2012), İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku (Ankara: Orion, 3. b.)

Fuller, Lon L. (1969), The Morality of Law (Yale University Press, rev. ed.)

Hart, H.L.A. (1992), “Are There Any Natural Rights?”, Waldron, J. (ed.), Theories of Rights (Oxford  University Press) içinde, ss. 77-90.

Hart, H.L.A. (1978), The Concept of Law (Oxford: ClarendonPress, 9th impr.)

Hayek, F. A. (2013), Özgürlüğün Anayasası, Çev. Çelikkaya, A., (Ankara: BigBang yayınları).

Hayek, F. A. (2012), Hukuk Yasama ve Özgürlük, II. Kitap: Sosyal Adalet Serabı, Erdoğan, M. (Çev.), (İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları).

Leoni, Bruno (1991), Freedom and the Law (Indianapolis, IN: Liberty Fund, 3rd. ed.)

Raz, Joseph (2001), ‘’Legal Principles and the Limits of Law’’, Cohen, M. (ed.),  Ronald Dworkin and Contemporary Jurisprudence ( London: Duckworth), ss. 73-87.

Raz, Joseph (1979), “The Rule of Law and Its Virtue”, The Authority of Law (ClarendonPress).

Waldron, Jeremy (2008), “The Concept and the Rule of Law”, http://ssrn.com/abstract=1273005.

Waldron, Jeremy (2000), ‘’Does Law Promise Justice?’’, Georgia State University Law Rview,

[1] “If we do things the right way, we are likely to do the right thing.”

[2] Bu konuların daha ayrıntılı bir tartışması için, bkz. Erdoğan (2017); Erdoğan (2015).

[3] Büyük özgürlükçü hukukçu Bruno Leoni de (1991) kanunla yasa(ma)nın aynı şey olmadığı görüşündedir. Leoni’ye göre, ‘legislation’ (yani, yasama organı tarafından kanun-koyma) üzerinde odaklanan bir hukuk sistemi sağlıklı değildir, öngörülemez ve istikrarsız olduğu için de doğru anlamda hukuku tahrip eder.

[4] Ayrıntılar için, bkz. Erdoğan 2019.

[5] Bu konuda, bkz. Erdoğan 2012: 238-244.

[6] İnsan hakları konusunda geniş bilgi için bkz. Erdoğan 2012.

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir