Son yıllarda Türkiye’de neredeyse her gün bir hukuk skandalı veya en azından ağır bir hukuk ihlâli yaşanmaktadır. Benim de epey bir süredir kendime dert edindiğim bu büyük sorun, siyasî olarak bakıldığında, 2016’daki darbe girişiminin bastırılmasından sonra peyderpey gerçekleştirilen rejim değişikliğiyle yakından bağlantılıdır. Hukuk açısından bakıldığında ise bunun arkasında, başta yargıçlar olmak üzere hukuk uygulayıcılarımızın zihninde hukuk fikrinin yer etmemiş olması yatmaktadır.

Günümüz hukuk teorisyenlerinden Nigel Simmonds’a göre, bir normatif ve kurumsal sistemi hukuk yapan şey, onun yol-gösterici bir ideal olarak ‘’hukuk fikri’’ne bağlılığıdır. Bir hukuk düzenini oluşturan pratiklerin ve bu düzenin uygulayıcılarının otoritesinin kaynağı da hukuk fikridir. Hukuk konmuş kuralların basit bir toplamı değildir; gerek bu kurallar gerekse yargısal yorum pratikleri aslında hukuk fikrini gerçekleştirmeye dönük bir girişimdir. Bu çerçevede, her bir kuralın hukuk olabilmesi, son tahlilde, bütün olarak sistemin soyut ‘’hukuk fikri’’ne yaklaşma derecesine bağlıdır. Bir yargıcın temel görevi hukuk fikrine sadakat yoluyla ‘’hukuka sadakat’’tir.

Bu ‘’hukuk fikri’’nin özlü bir anlatımını daha önce Lon Fuller vermişti. Simmonds’ın kendisinin de belirttiği gibi, Fuller’ın hukuk düzenlerinin standartları olarak öngördüğü sekiz ilke (‘’hukukun içsel moralitesi’’) bir bütün olarak hukukî düşünce için yol gösterici bir ideal oluşturmaktadır. Fuller’a göre, bir hukuk sisteminin önceden yayımlanmış, geleceğe yönelik, makul ölçüde istikrarlı, uyulması mümkün, anlaşılabilir ve çelişki içermeyen genel kurallardan oluşması ve uygulamanın kurallarla uyumlu olması gerekir.

Aslına bakılırsa, hukuk fikri bu standartlardan daha fazlasını gerektirmektedir. Açıktır ki, bir hukuk sistemi sadece kurallardan oluşmaz; o ayrıca kuralların uygulanmasına ilişkin kurumlar ve usuller ile yorum ve muhakeme tekniklerini de içerir. Böylece, hukuk fikri bir yandan ‘’usulî hakkaniyet’’le, öbür yandan ‘’hukukun evrensel ilkeleri’’iyle de ilgilidir. Usulî hakkaniyetin gerekleri bugün genellikle ‘’âdil yargılama’’ ilkeleri olarak anılmaktadır. Âdil yargılama, bağımsız ve görev güvencesine sahip ‘’tabiî hâkim’’ler tarafından yapılan, hakkaniyete uygun ve tarafsız yargılama demektir.

Hukukun evrensel ilkeleri bir hukuk sistemine yol-göstermesi beklenen esasa ve usule ilişkin genel ve soyut gereklilikleri ifade eder. Hukuk fikrine uygun bir hukuk sisteminin bu ilkeleri hem kurallarında hem de kurumsal mekanizmalarında ve uygulamasında somutlaştırması beklenir. Evrensel hukuk ilkeleri terimindeki ‘’evrensel’’ nitelemesi genellik fikrini olduğu kadar, bu ilkelerin bütün medenî ülkelerde kabul edildikleri anlamında ‘’evrensel’’ olduklarını da ima eder. Bu ilkeler bütün medenî hukuk sistemlerine hâkim olan anlayış ve değerleri yansıtmaktadırlar. Bu nedenle, ‘’hukukun evrensel ilkeleri’’ni medeniliğin hukuktaki standartları veya hukukî medeniliğin ölçütleri olarak da görebiliriz.

Bu ilkeleri de ima edecek şekilde ‘’evrensel hukuk’’tan söz ettiğimizde de kast ettiğimiz bu anlamdır. Evrensel hukuk, bir normatif sistemi “hukuk” olarak adlandırmamızı sağlayan evrensel ilkelerde yansıyan ortak özdür. Bu, ulusları ve kültürleri aşan bir özdür.  Bir ülkede doğru anlamda hukukun var olup olmadığını anlamanın pratik yolu, orada “hukukun evrensel ilkeleri”ne (ve ‘’hukuk fikri’’nin diğer gereklerine) fiilen riayet edilip edilmediğine veya ne ölçüde riayet edildiğine bakmaktır.

İşte ülkemizin hukukla ilgili sorunu tam da burada yatmaktadır: Türkiye’nin hukuk yapıcıları ve uygulayıcıları ‘’hukuk fikri’’nin icaplarından kendilerini neredeyse tamamen bağımsız hissetmektedirler; yani, Fuller’ın standartlarından, usulî hakkaniyetin gereklerinden ve hukukun evrensel ilkelerinden…  Örneklemek gerekirse, en başta ‘’özgürlük karinesi’’ ve ‘’beraat-ı zımmetin asıl olduğu’’ Türkiye’nin sadece siyasî-idarî erkânının değil, yargı mensuplarının bile hafızasından silinmek üzeredir. Türkiye’de artık kural özgürlük değil, yasaktır.

Bugünün Türkiye’sinde, ‘’genel’’ olması gereken kanunların yerini belirli kişi veya grupları kayırma amaçlı yasalar almış, sık sık değişen yasalar hukukun istikrarını ve öngörülebilirliğini tahrip etmiş, yasalar ve diğer düzenlemeler açık ve anlaşılır olmaktan çıkmış, kuralların birbiriyle veya uygulamayla uyumsuzluğu olağanlaşmış, suçların kanuniliği ilkesi gözetilmez olmuş, yasalar ve diğer kuralların geçmişe dönük olarak uygulanması vakayı âdiye halini almış, ceza sorumluluğunun şahsiliği yerini kolektif sorumluluğa bırakmış, siyasî-idarî ve yargısal pratikte keyfîlik ve ölçüsüzlük norm haline gelmiştir.

Bu yüz-kızartıcı hukuk siciliyle Türkiye cümle âleme kendisinin artık ‘’medenî dünya’’nın bir parçası olmadığı, daha da vahimi, olmak istemediği mesajını vermektedir. 

(Diyalog, 26 Temmu2020)

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir