I. Giriş

‘’Neoliberalizm’’ birkaç onyıldır akademik söylemin ve kamusal tartışmanın popüler kavramlarından bir durumunda olmakla beraber, terimin aslında neyi veya neleri ifade ettiği konusunda tam belirsizlik yaşanmaktadır. Başlangıç olarak kısaca denebilir ki, bu terim yaygın kullanımdaki anlamıyla günümüz Solunun küresel ölçekteki ‘’günah keçisi’’, aslında ise bir kamu politikaları önerisinin adıdır. Aşağı yukarı otuz yıl öncesine kadar hemen hemen hiç kimsenin kullanmadığı ‘’neoliberalizm’’ teriminin, ‘’dünyadaki gerçek ve hayalî problemlerin hepsi hakkındaki (Sol aydınlar) ve akademiklerin gözde komplo teorisinin ana hedefi haline gelmiş’’ olması (Magness) gerçekten tuhaftır. Ancak, hem bu tuhaflığı anlamlandırabilmek hem de bu terimle aslında ne kastedildiğini daha iyi anlayabilmek için meseleye tarihsel bir perspektifle bakılmasına ihtiyaç var. Tarihsel perspektife başvurmadan, ‘’neoliberalizm’’ yaftasının aslında Solun rakip ideolojiler veya siyasî eğilimler karşısında içine girdiği alarm psikolojisinin bir göstergesi olduğunu anlamak kolay olmayabilir.

II.‘’Neoliberalizm’’ Teriminin Doğuşu

Neoliberalizm teriminin kötüleyici imasıyla ortaya çıkışı aslında yüzyıl öncesine gitmektedir. Terim ilk olarak 1920’lerde, Marxist karşıtlarının ve diğer muhaliflerinin iktisatta Misesci –daha genelde Avusturyan- geleneği yaftalamak amacıyla kullanılmıştır. Marxistler ‘’neoliberalizm’’ yaftasıyla 20. Yüzyılın önde gelen liberal teorisyeni Ludwig von Mises ve onun çevresindeki Marxist emek teorisine cepheden karşı çıkan liberal iktisatçıları hedef almışlardı. Meselâ Marxist teorisyen Max Adler 1922 yılında Mises’in Nation, State and Economy (1919) adlı kitabını o tarih itibariyle ‘’neoliberalizm’’in en ateşli ifadesi olarak nitelemişti. Ona göre, Mises bu kitabıyla çökmek üzere olan kapitalist statükoya hayat vermeye çalışmak gibi tarihî bir hata işliyordu. Aslında liberal Avusturya İktisat Okulu’nun zamanın Marksistlerin rahatsız etmesi Eugen von Böhm-Bawerk’in Karl Marx and the Close of His System (1898) adlı eserinin yayımlanmasıyla başlamıştı. Max Adler de Böhm-Bawerk’in Marksist emek-değer teorisine yönelik muazzam eleştirisine[1] cevap vermeye çalışmakla maruf Avusturya-Marksist okuluna mensup bir teorisyendi. Aynı yıllarda başka bir Marxist de Mises’in sosyalist merkezî planlamayı eleştiren Sosyalizm (1922) adlı eserini şiddetle eleştiriyordu.

Liberal Avusturya İktisat Okulunun karşıtları Marksistlerden ibaret değildi, aşırı sağdan da benzer saldırılar geliyordu. Nitekim, Mises ve çevresindeki liberal teorisyenleri kastederek, klasik iktisadı diriltmeye çalışan ‘’neoliberal trend’’i eleştiren ‘’proto-faşist’’ teorisyen Othmar Spann da liberalizmin en büyük hatasının millet ruhunu inkâr eden bireyciliği olduğunu ileri sürüyordu. Böylece, Phillip Magness’in ifadesiyle,  ‘’(b)u iki kampın –aşırı sağ ve aşırı solun- kolektivist eğilimleri bireyci liberalizmi ‘neolberalizm’ kötüleyici yaftası altında ortak düşman yapmışlardı.’’ (Magness)

Neoliberalizm terimi ikinci defa 2. Dünya Savaşı arifesinde ve fakat bu sefer liberal kampın kendi içinde gündeme gelmiştir. Fransız liberal iktisatçı Louis Rougier’in girişimiyle liberal eğilimli bir grup düşünür ve akademisyen 1938 yılında Paris’te ‘’Walter Lippmann Kolokyumu’’ adlı bir toplantı yaparak orada liberalizmin geleceğini ve bu arada ‘’neoliberal’’ önerileri tartışmışlardır. Toplantının vesilesi, Walter Lipmann’ın bir yıl önce yayımlanan An Inquiry into the Principles of the Good Society adlı kitabının tartışılmasıydı. Kolokyuma katılanlar arasında klasik liberalizmin 20. yüzyıldaki iki büyük ismi, Ludwig von Mises ve Friedrich A. Hayek de vardı.

Bu toplantıda başta Louis Rougier ve Alexander Rüstow olmak üzere liberalizmi reforme etme yanlısı bazı katılımcılar, toplantının adına yapıldığı Lipmann’ın sözkonusu kitabının teziyle de tutarlı olarak, liberallerin  ‘’neoliberalizm’’ adını verdikleri yeni bir kamu politikası anlayışının benimsemeleri gerektiğini ileri sürerek, böylelikle bir bakıma liberalizmin tanımının değişmesini önerdiler. Bunlara göre, liberallerin artık 19. yüzyılın ‘’laissez-faire’’ci iktisat anlayışını terk ederek, devletin ekonomiye müdahalesine ve yeniden-dağıtımcı vergilemeye dayanan yeni bir siyaset anlayışının benimsenmeleri gerekiyordu. Tahmin edilebileceği gibi, 1920’lerdeki neoliberal yaftalamaları halâ aklında olan ve esasen serbest piyasacı tercihleri belirgin olan Mises ve onunla birlikte Hayek bu müdahaleci ‘’yeni’’ liberalizm önerisine katılmadılar. Bu düşünce daha sonra da hiçbir zaman klasik liberalizmin ana akımı haline gelmedi (Ebeling; Magness).

Aslına bakılırsa, liberalizmi ‘’devlet müdahaleciliği’’ yönünde yeniden tanımlama girişimi biraz daha eskiye, 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarındaki Britanya ‘’yeni liberalizm’’ine kadar geri götürülebilir. Kendi dönemlerinde sosyalizmin yükselişinden etkilenen T. H. Green ve L. Hobhouse gibi İngiliz düşünürleri liberalizmi ‘’yeni şartlar’’a göre ve ‘’sosyal’’ yönde güncellemek istiyorlardı. ‘’Liberal’’ sıfatını koruyarak bunu yapmaları ise ancak temel liberal değer olan ‘’özgürlük’’ kavramını yeniden yorumlamaları, ona devlete daha kapsamlı bir rol verecek şekilde pozitif bir boyut eklemeleri yoluyla mümkündü. Öyle de yaptılar (Erdoğan 1993: 25-28).[2] Yukarıda sözü edilen Kolokyumu tertipleyenlerin bu felsefî arka plandan etkilenip etkilenmedikleri –en azından bu satırların yazarı açısından- belirsiz olsa da, onun liberal kamu siyasetinin ‘’neoliberal’’ denen doğrultuda yeniden tanımlanması için elverişli bir fikrî zemin oluşturduğu rahatlıkla söylenebilir.

Walter Lipmann Kolokyumunda liberalizmi önerilen şekilde yeniden tanımlama konusunda liberaller arasında mutabakat sağlanamadıysa da, bir tür sosyal liberalizm yönündeki bu öneri 2. Dünya Savaşından sonra Almanya’da ‘’Ordo Liberalizmi’’[3] adı altında benimsenmiş ve Almanya’nın ünlü ‘’ekonomik mucizesi’’nin de temelini oluşturmuştur. Ordo Liberallerinin benimsedikleri ve ‘’sosyal piyasa ekonomisi’’ adı verdikleri bu model temelde piyasa ekonomisine dayanmakla beraber, özellikle tekelleri sınırlamaya dönük devlet müdahalesini ve sosyal olarak aktif bir devlet anlayışını, yani refah devletini öneriyordu. Bu bakımdan Almanya bugün halâ aynı istikamette yürümektedir, bu nedenle bugün bir devleti doğru anlamda ‘’neoliberal’’ olarak tanımlamak gerekirse, bunun için en uygun aday şüphesiz Almanya’dır.[4]

İzledikleri program orijinal ‘’neoliberalizm’’ önerisiyle aşağı yukarı aynı olmasına rağmen bu terimi kullanmaktan kaçınan Almanlar gibi, bir karalama şifresi olarak Solun bunu yeniden keşfettiği daha sonraki yıllarda da uzun süre bu sıfatı açıkça sahiplenen çıkmamıştır. Gerçi son yıllarda İngiltere ve ABD’de neoliberal sıfatını sahiplenen bazı kişi ve gruplar olduysa da, bunlar terimi Solun ona yüklediği olumsuz imaları reddeder bir şekilde kullanmaktadırlar. Bu gruplardan biri Britanya’daki Adam Smith Institute çevresinde yer alanlardır. Eskiden kendisini ‘’klasik liberal’’ veya ‘’liberteryen’’ olarak tanımlayan ASI bir süredir açıkça ‘’neoliberal’ kimliği sahiplenmekle beraber, bu sıfatı ‘’güncellenmiş klasik liberalizm’’ anlamında kullanmakta ve serbest-piyasa liberteryenizmine bağlılığını korumaktadır.  Başka bir ifadeyle, kurum kendi kimliğinin sadece adını değiştirmiş ama serbest-piyasacı, klasik-liberal özünü değiştirmemiştir. Bu, benim yıllar önce ‘’neoliberalizm’’ teriminin makul olarak ancak klasik-liberal fikirlerin yeniden canlanması anlamında kullanılabileceği şeklindeki yorumumla da tutarlıdır (Erdoğan 1993: 30 vd.).

Buna karşılık, bir süredir kendilerini tanımlamakta ‘’neoliberal’’ adlandırmasını kullanan başka bir grup, Amerika’da faaliyet gösteren Niskanen Center’dır. Bunlar ‘’neoliberal’’ kavramıyla, kamu politikasının amaçları arasına ‘’sosyal adalet’’i de dahil eden bir liberalizm yorumunu kast etmektedirler.[5] Niskanen Center ayrıca bu yolla ideolojik dogmatizmden de kaçınma iddiası gütmekte, kendi tanımladıkları şekliyle ideolojik katılığın yerine ‘’itidal’’i geçirmeye çalışmaktadırlar. Dolayısıyla, bu grubu 80 yıl kadar önce Walter Lipmann Kolokyumu’nda ‘’neoliberalizm’’ terimini önerenlerin fikrî bir devamı olarak görebiliriz.

Kısaca, Sol epey bir zamandır küfür anlamında kullandığı ‘’neoliberal’’ yaftasını rastgele herkese yapıştırsa da, görülüyor ki, gerçek dünyada bu terim ya klasik-liberal fikir ve siyasetlerin yeniden canlanmasını, ya da klasik-liberal veya liberteryen öğretinin ‘’sosyal’’ boyutunun geliştirilmesini ifade etmektedir. Bu durumda, normal olarak solcuların ‘’neoliberalizm’’i lanetlemekle yetinmek yerine, ya klasik liberal fikir ve politikaları argümentatif olarak ve soğukkanlı bir şekilde eleştirmeleri, ya da ‘’neoliberalizm’’in sosyal boyutunu niçin yetersiz gördüklerini açıklamaları beklenirdi. Şu var ki, Solun ‘’neoliberalizm’’i bir karalama yaftası olarak kullanmasının Amerikan ‘’yeni liberalizm’’i ve Almanların ‘’Ordo liberalizmi’’ gibi sosyal yönü öne çıkan yorumlar veya kamu siyaseti tercihleriyle bir ilgisi yoktur; çünkü onların derdi liberalizmin orijinal fikir ve ideallerine bağlılığını koruyan klasik liberalizmledir. Onun için, Solun kendi ‘’sosyal adalet’’çi ve yeniden-dağıtımcı gündemine kısmen de olsa yaklaşan bu program ve uygulamalar hakkında olumsuz çağrışım yapabilecek bir yaftalamadan kaçınmaları anlaşılabilirdir.

III. Günah Keçisi Olarak ‘’Neoliberalizm’’

Klasik liberal düşünce ve akımların son 30-35 yılda Solun günah keçisi haline gelmesinin arkasında, bu dönemde en azından kamu siyaseti alanında entelektüel havanın gitgide sosyalizmin aleyhine dönmesi yatmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’ya hâkim olan ve kabaca sosyal-demokrat ideolojiyle örtüşen ‘’konsensüs’’ (Barry 1987: Chapter One) 1970’ler sonlarından itibaren gerilemeye başlamıştı. Burada konsensüs terimiyle, ‘’İkinci Dünya Savaşının sonundan 1970’ler ortalarına kadar Batı Avrupa demokrasilerinin çoğunda siyasî düşünce ve pratiğe hâkim olan sosyal ve ekonomik düşünceler bütünü’’ kast edilmektedir (Barry 1987: Preface). Sosyal demokrat konsensüs döneminde, özellikle 50’ler ve 60’lar boyunca, ‘’liberal’’ sıfatı o derece gözden düşmüştü ki, bir yazar o dönemin entelektüel havasını şu cümleyle özetliyordu: ‘’Liberalizmin halihazırdaki durumu ümitsiz derecede trajiktir.’’ (Erdoğan 1993: 28) Piyasacı –muhaliflerinin deyimiyle, ‘’laissez-faire’’ci- liberalizmin artık geçmişte kaldığında hemen hemen herkes mutabıktı, sadece dünyanın zorunlu istikametinin ne olduğu konusunda bir ölçüde farklı düşünceler vardı: Sosyalistler, Marx’ın keşfettiği ‘’tarihin yasaları’’nın öngördüğü gibi, insanlığın sosyalizm-komünizm durağının eşiğinde olduğunu ilân ediyor, diğer solcular ise kapitalist ve sosyalist yolların ‘’orta yerde’’, yani sosyal demokrasi veya demokratik sosyalizmde buluşmasının mukadder olduğunu düşünüyorlardı. Bu hava içinde, tabiatıyla, bireycilik, serbest piyasa ve serbest ticaret gibi klasik liberal idealleri ısrarla savunmaya devam eden Mises ve Hayek gibi düşünür ve yazarlar ‘’başka bir çağa ait’’ –bugünkü deyimle çağdışı- insanlar olarak görülüyorlardı.

Ne var ki, 1970’ler ortalarından itibaren entelektüel hava değişmeye ve bu arada ‘’refah devletinin krizi’’inden ürkek biçimde de olsa söz edilmeye başlandı. Bu arada, Hayek’in 1974 yılında Nobel Ekonomi Ödülünü kazanması da 2. Dünya Sonrasının müdahaleci devlet yanlısı konsensüsünde çatlakların oluşmasını teşvik etti. Hayek’i, 1986 yılında başka bir piyasacı düşünürün, James Buchanan’ın aynı ödülü alması izledi.  Entelektüel iklimin değişmesi, tabiatıyla, bir süre sonra kamu politikalarının da değişmeye başlamasını beraberinde getirdi. Böylece, 80’ler başlarından itibaren refah ve zenginlik üretiminde piyasaların devletten daha etkin olduğuna ikna olan Britanya’da Margaret Thatcher ve ABD’de Ronald Reagan başta olmak üzere muhafazakâr politikacılar devleti ekonomiden çekmeye ve refah devletini kısmen tasfiye etmeye başladılar. Tabiatıyla, sosyal-demokrat konsensüs döneminde devletleştirilmiş olan işletmelerin çoğu özelleştirildi.

Sol bu gelişmeden ciddî olarak rahatsızlık duydu ve zaman içinde kamu politikasındaki bu değişmeyi -yüz yıl önce olduğu gibi yeniden- kötüleyici anlamda ‘’neoliberal’’ olarak adlandırdı. Başta Marksistler olmak üzere sol-sosyalist çevreler hatta daha da ileri giderek, kötü veya yanlış olan veya öyle olduğunu düşündükleri her olay ve gelişmeyi öznesi ‘’neoliberalizm’’ olan hayalî bir küresel komploya bağlamaya başladılar. Solun rahatsızlığının nedeni açıktı: Liberal temaları aşağılamak, bu arada -Hayek örneğinde olduğu gibi liberal fikir ve bilim insanlarını ‘’gericilik’’le suçlamak vb. yollarla liberalizmi gündemden düşürmeyi başarmış ve insanlığın gelişme yolundaki nihaî durağının sosyalizm veya hiç değilse sosyal demokrasi olduğunu onyıllar boyunca yüksek sesle ilân etmiş olanların, tam da ‘’tarihin çöplüğü’’ne atılmış olduğuna inandıkları aynı öğretinin ‘’serbest piyasa’’, ‘’özelleştirme’’ gibi kimi kavramlarının kamusal tartışmayı ve kamu politikalarını etkilemeye başladığını görmenin şaşkınlığını yaşamalarından daha tabiî ne olabilirdi?… Neredeyse iki asırdır iktisadî gelişmenin ve toplumların refahının üretim araçlarının devletleştirilmesinde ve ekonomik hayatın devletçe kontrolünde olduğuna inanmış olanlar ‘’özelleştirme’’nin ve ‘’serbest piyasa’’nın yeni kamusal söylemin gözde kavramları haline gelmesi karşısında elbette şoke olacaklardı… ‘’Neoliberalizm’’e saldırmak Sola aynı zamanda ‘’Yeni Sağ’’ veya ‘’Yeni-muhafazakâr’’ yönetimlerin siyasî hatalarının ve bu arada otoriter politikalarının günahını liberalizme yükleme fırsatı da veriyordu.

Fakat, dünyanın içinde bulunduğu yeni şartlar bu eski düşmanı kendi sahici adıyla –yani, ‘‘liberalizm’’ olarak- teşhis etmek te sosyalistler açısından pek akıllıca görünmüyordu. Çünkü, her şeyden önce, seksenlerin sonlarında dünyada tarihsel önemde bir gelişme yaşanmıştı. Bu, 1989-91 arasında başta Sovyetler Birliği olmak üzere totaliter-sosyalist sistemlerin ardı ardına, üstelik bir kısmının halk hareketleriyle devrilmeleri veya tasfiye edilmeleri idi. Bu olay Solun hayal kırıklığını daha da derinleştirdi. Ancak, sosyalistler zor da olsa bu travmayı da kısa sürede atlattılar ve çok geçmeden karşı saldırıya geçtiler. Önce Sovyetik rejimlerin sahici sosyalizmler olmadığını söylemeye başladılar[6], ardından kimi liberal veya liberalimsi politika araçlarını sistemik tutarlılıktan yoksun bir şekilde kullanan muhafazakâr politikacıların hata ve başarısızlıklarını liberalizme yıkabilmek için onları ‘’neoliberal’’ olarak yaftaladılar. Hasımlarına doğrudan doğruya ‘’liberal’’ diyemediler, çünkü işaret ettiğim gibi, bu seferki şartlar sosyalistlerin liberalizme cepheden saldırmaları için hiç uygun değildi. Özellikle de, her ne kadar tevil etmeye çalışsalar da, devrilen sosyalist rejimlerin yol açmış olduğu büyük insanî maliyet ve yaratmış oldukları devasa tahribat gözler önündeyken…

Solun bu gelişmeler karşısında doğrudan doğruya ‘’liberalizm’’i hedef almamasının ikinci bir nedeni, baskın liberalizm türünün artık eski liberalizm –onların deyimiyle, ‘’laissez-faire liberalizm’’i- olmaktan çıkmış olmasıydı. Yukarıda temas ettiğimiz 19. yüzyıl sonları ile yirminci yüzyıl başlarında filizlenmeye başlayan ve bilâhare Amerika’da ‘’yeni liberalizm’’ adı altında hegemonik hale gelmiş olan ‘’’sosyal liberalizm’’ de özellikle önerdiği kamu politikaları bakımından bir tür ılımlı solculuk gibiydi.[7] Onun için, yükselişinden son derece rahatsızlık duyduğu eski düşmanını ‘’liberalizm’’ değil de ‘’neoliberalizm’’ olarak adlandıran Sol, böylelikle ‘’yeni’’ -veya ‘’sosyal’’- liberalizmi de esirgemiş veya kayırmış oluyordu. Zaten Amerikan ‘’yeni liberalleri’’nin liberalizmi de piyasa taraftarlığı epeyce törpülenmiş olan, refah devletinden yana müdahaleci bir ‘’liberalizm’’di. Dahası, sosyalist geçmişe sahip diğer solcular gibi onlar da 19. yüzyılın ‘’laissez-faire liberalizmi’’nin devrini doldurduğunu ve sosyal demokrasiye benzeyen kendi liberalizmlerinin adeta ‘’tarihin sonu’’nu temsil ettiğini düşünmektedirler.

KAYNAKLAR

Norman P. Barry (1993), ‘’The Social Market Economy’’, Social Philosophy and Policy, 10/2 (Summer), pp. 1-25.

Norman P. Barry (1987), The New Right (London & New York & Sydney: Croom Helm).

Richard M. Ebeling, ‘’Neoliberalism was Never about Free Markets’’,     https://fee.org/articles/neoliberalism-was-never-about-free-markets/

Mustafa Erdoğan (1993), ‘’Siyasal Düşüncede Liberal Gelenek’’, Liberal toplum Liberal Siyaset (Ankara: Siyasal Kitabevi), ss. 15-59;Mustafa Erdoğan (2006), Aydınlanma Modernlik ve Liberalizm  (Ankara: Orion Kitabevi), içinde yeniden basıldı: ss. 43-82.

Mustafa Erdoğan (1993a), ‘’Reel Sosyalizmin Bunalımı Üstüne Serbest Çağrışımlar’’, Liberal  Toplum Liberal Siyaset (Ankara: Siyasal Kitabevi), ss. 143-156.

Phillip Magness, ‘’The Pejorative Origins of the Term ‘Neoliberalism’’’, https://www.aier.org/article/the-pejorative-origins-of-the-term-neoliberalism/

Walter Wittmann (1993), Piyasa Ekonomisi Neden Sosyaldir?, Çev. Doğan Nadi Leblebici (Ankara).

NOTLAR

[1] Bu, adından da anlaşılacağı gibi, Marksist sistemin ‘’sonu’’nu ilân etmesi bakımından da iddialı ve Marksistleri fazlasıyla rahatsız etmiş olan bir eleştiriydi.

[2] Nitekim, Green’in pozitif özgürlük anlayışı bireyleri ‘’özgürleştirmek’’, onları ‘’imkân ve fırsatlar’’la donatmakla görevli aktif ve müdahaleci bir devlet öngörüyordu. Hobhouse ise sosyalistlerle liberallerin farklı yönlerden gelerek aynı noktada buluştuklarını iddia ediyordu. Ona göre, esasen sosyalistlerin ‘’işbirliği’’ ve ‘’organizasyon’’ düşünceleriyle liberallerin bireysellik ideali birbiriyle çatışmak şöyle dursun, birbirlerini tamamlayıcı değerlerdi. Bkz. Erdoğan 1993: 26-2.

[3] ‘’Ordo Liberalizmi’’ konusunda, bkz. Barry 1993.

[4] Nitekim, ‘’sosyal piyasa ekonomisi’’ni savunmak üzere yazılmış olan bir kitapçıkta, 19. yüzyıl laissez-faire anlayışına veda edildiğinden söz edilmekte ve ‘’piyasa gücünün kötüye kullanılması’’nın engellenmesi ‘’neo-liberalizm’’le ilişkilendirilmektedir. Aynı kitapta piyasa ekonomisine ‘’sosyal bir unsur’’ eklenmesini de ‘’neo-liberalizm’’in gerektirdiği belirtilmektedir. Bkz., Wittmann 1993: s. 2, 3, 5.

[5] ‘’Bleeding Hearts Libertarians’’ adlı başka bir grup ideolojik kimliklerini tamımlamada ‘’Sosyal Adalet’’i temel bir değer olarak öne çıkarmak bakımından Niskanen Center’ınkine benzer bir ideolojik kimliğe sahipmiş izlenimi vermekle beraber, bunlar aynı zamanda ‘’serbest piyasa’’ya bağlılık konusunda da tavizsizdirler. Onun için bu ‘’müşfik liberteryenler’’in ideolojik kimliklerinin Niskanen Center’dan çok Adam Smith Institute’a yakın oldukları söylenebilir.

[6] Bu konuda zamanında yapılmış bir değerlendirme için, bkz. Erdoğan 1993a.

[7] Türkiye’de de aşağı yukarı son yirmi yıldır kimi liberal temaları dile getirmekle beraber dünya görüşlerinde önceki ideolojilerinden de izler taşıyan eski sosyalistlere veya sosyalist duyarlılıklardan tam olarak kopmadıkları halde ideolojik kanaatlerini daha yumuşak bir üslupla dile getirmeyi tercih edenlere ‘’liberal sol’’ denmesi de için de durum aşağı yukarı aynıdır.

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir