Ülkemizde ahlâksızlığa görünüşte sert tepki verenler ile sıkı ahlâk bekçiliği yapanlar o kadar çok ki, bunlara bakarsanız, toplumumuzun çok ahlâklı olduğunu düşünebilirsiniz. Siyasetçilerimiz de ‘’millî ve manevî değerlerimiz’’den sitayişle bahsetmekten çok hoşlanır, hatta bu konuda birbirleriyle yarışırlar. Eh, bu ‘’manevî’’ değerlerin de merkezinde herhalde ‘’ahlâk’’ yer alıyor olmalı…
Ama benim size kötü bir haberim var: Biz pek de ahlâklı bir toplum sayılmayız. Özellikle de, çok ahlâkçı kesilen ve ikide bir ‘’millî ve manevî değerlerimiz’’nden dem vuranların ahlâkından kuşku duymalıyız.
Bundan tam otuz yıl önce, ‘’Ahlâk ve Cinsellik’’ diye bir yazı yazmış ve Türkiye’de ahlâk adına tam bir ikiyüzlülüğün hâkim olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Bu ikiyüzlülük kendisini en belirgin bir şekilde cinsellik alanında gösterir. Bizimki, ahlâkı geleneksel-tutucu cinsel ahlâk anlayışına indirgemiş ve ‘’cinsel değerler’’in korunması konusunda da bütün yükü kadın cinsi üzerine yıkmış olan bir ‘’ahlâk’’tır. Yani, kadın ‘’iffetini koruduğu’’ müddetçe erkeğin de artık ahlâk adına endişe edeceği bir şey yoktur!
Maalesef genel bir ahlâk zaafıyla malul olan bu ülkede, görünüşte ahlâkî duyarlılık tezahürü olan tutum ve davranışlarının çoğu aslında birer şovdan ibarettir. Bu şovları yapanlar gerçekte ya hiçbir sahici insanî değeri önemsemeyen ya da başkalarına uyguladığı ahlâk standardından kendisini muaf tutanlar ikiyüzlülerdir. Çok kere her iki durum aynı kişide birleşir. Birçok örnekte, bunların görünür bir ahlâksızlığı kınamaları, aynısını kendilerinin asla yapmayacak olduklarından değil, onu yapanın/yapabilenin kendileri olmamasından dolayıdır.
Aslına kalılırsa, bu diyarda ahlâkın ne olduğu bilinmiyor. İnsanlar ahlâk derken genellikle töreyi, dini veya alıştıkları geleneksel davranış kalıplarını kastediyorlar, ama insanın değerini koruma diye bir kaygıları bulunmuyor. Bu toplumda, ne ‘’eyleminin ilkesi aynı zamanda evrensel bir yasa olabilecek şekilde hareket et’’, ne de ‘’insanlara sırf bir araç olarak değil fakat daima bizatihi bir amaç olarak muamele et’’ şeklindeki Kantçı kategorik buyrukların bir karşılığı vardır.
İtiraf edelim, bizim toplumumuzda başkalarına uyguladığı standardı kendisine uygulamamakta da, kendi amaçları için başka insanları ‘’sırf birer araç olarak kullanmak’’ta da ahlâkî bakımdan hiçbir sakınca görülmez. Burada geçerli olan sözde ahlâk anlayışının insan onurunun korunmasıyla ve dolayısıyla ‘’insan haklarına saygı’’yla ilgisi yoktur. Burada adaletsizlik ahlâka aykırı sayılmaz. Eğer kişinin kendisi için bir avantaj sağlayacaksa, sözünde durmamak da, insanları aldatmak da, başkalarının haklarına ve hak ettiklerine el koymak da câizdir.
En çarpıcı, bir o kadar da yaygın olan ahlâksızlık, yüce sayılan amaçların her türlü aracı meşrulaştırdığına inanmaktan kaynaklanır. Maalesef, Türkiye’de ‘’amaçlar araçları mübah kılar’’ zihniyeti başta politika olmak üzere hayatın hemen hemen her alanında egemendir. Evet, gerçek hayatta belki de bir amacın çoğu aracı meşrulaştırdığı durumlar olabilir, bunu soyut olarak bilemeyiz. Onun için, buradaki temel yanlışlık bu mottoyu bir ‘’kategorik emperatif’’ gibi anlamaktır.
Oysa, bir eylemin ahlâkîliği ne güdülen amacın üstünlüğü iddiası sorgulanmadan ne de kullanılan aracın insan olup olmadığına bakılmadan belirlenebilir. Sizin ‘’üstün’’ gördüğünüz amaç herkes için öyle olmayabileceği gibi, ‘’araç’’ın insan olduğu yerde de durup derin derin düşünmek zorundasınızdır. Amacınızı gerçekleştirmek için başka insanları birer nesne olarak kullanmanız ahlâken onaylanamaz. Esasen, amacınız gerçekten herkesin onayını alacak derecede üstün ise, o zaman insanları ona gönüllü olarak katılmaya ikna etmeniz hiç de zor olmayacaktır.
Türkiye’de ‘’amacın her türlü aracı meşrulaştırdığı’’ anlayışı en fazla dinden –veya din-benzeri ideolojilerden- destek alabildiği durumlarda etkili olmaktadır. Son yıllarda siyaseti de etkisi altına almış görünen bu anlayış, dinen üstün veya kutsal olduğuna inanılan değer veya amaçlar uğruna, aynı amacı paylaşsın-paylaşmasın, herkesin onuruna ve haklarına tecavüz etmeye izin vermekte, hatta bunu yükümlülük saymaktadır. İktidarın haksız-hukuksuz uygulamalarını zulüm boyutuna vardırması, düzenden devşirilen paha-biçilmez rantları korumak sâiki kadar, dinî motivasyonun gücünden de beslenmektedir.
Öyle anlaşılıyor ki, böyle yapanlar, ‘’bir dinleri olduğu için ahlâka ihtiyaçları olmadığı’’na inanıyorlar. Dinle ahlâk ilişkisi ayrı ve uzun bir bahis ama burada şu kadarını söyleyeyim ki, bu ikisi arasında zorunlu bir ilişki yoktur: Ne dindarlık ahlâklı olmanın garantisidir, ne de dinsizlik veya dine kayıtsızlık ahlâksızlık anlamına gelir.
(Diyalog Gazetesi, 9 Haziran 2019)