Bugün sütunumda yaklaşık 20 yıl önce başka bir gazetede yayımlanmış olan bir yazımı paylaşmak istiyorum:
‘’Bana zaman zaman yöneltilen eleştirilerden biri, yazılarımda sık sık “Osmanlıca” kullandığımdır. Hemen söyleyeyim ki, bu eleştiriye hak veremiyorum. Benim yazarken ve konuşurken bugün artık pek kullanılmayan kelimeleri zaman zaman kullandığım doğrudur. Ama sırf bu tercihimden dolayı kullandığım dile her halde “Osmanlıca” denemez. Her şeyden önce, “Osmanlıca”nın ayrı bir dil olup olmadığı tartışması bir yana, ona kimliğini veren başlıca iki özellik var. Birincisi, bu eski Türkçe’de Arapça veya Farsa kökenli kelime ve terkiplerin bol olmasıdır. İkinci özellik, söz diziminin günümüz Türkçe’sinden bir ölçüde farklılık göstermesidir. Oysa, benim “Osmanlıca”nın söz dizimini kullanmadığım açıktır. “Osmanlıca”ya özgü kelimeler ise yazılarımda nadiren yer alır.
Benim yaptığım, daha ziyade, “kullandığım her kelime mutlaka Türkçe kökenli olsun” saplantısıyla, ifade imkânlarımı kısıtlamamaya çalışmaktan ibarettir. Meramımı ifade etmek için en uygun kelime ne ise onu tercih ederim; daha doğrusu, kendimi ifade etmeye çalışırken kalemimden doğal bir biçimde dökülen kelimeleri –sırf “eskidir” veya “yenidir” diye- sansür etmeye kalkışmam. (Yeri gelmişken belirteyim: Orijinal ifadelerimi başka nedenlerle tabiî ki düzeltir veya değiştiririm. Bunun nedenlerinin başında nüansları verebilmek, başkalarına haksızlık etmemek ve yanlış anlaşılmamak kaygıları gelir.)
Bazan nispeten eski bir kelime veya terkibin, hatta İngilizce veya Fransızca’dan uyarlanmış bir sözcüğün anlatmak istediğim düşünce veya kavramı daha doğru temsil ettiğini görürüm ve böyle bir durumda başkalarının hakkımda ne düşüneceğini dert edinmeden onu kullanırım. Yani, anlamı kaybetmektense, kimilerince yadırganmayı göze alırım. Bu yapmaya çalıştığım şeyde her zaman tam anlamıyla başarılı olduğum iddiasında değilim, ama en azından ilkemin doğru olduğunu ve özünde bir “çelişki” taşımadığını düşünüyorum.
Doğrusunu söylemek gerekirse, benim bu konuda tutturduğum yol öteden beri şikâyet konusu olmuştur. Hatta, 70’li yıllar Türkiye’sinin gözde kimlik teşhisi yöntemine bağlılığın bugünlerdeki kalıntısının bir eseri olarak, gerektiğinde eski kelimeleri kullanmaktan kaçınmamama bakıp siyasi ve ideolojik kimliğim hakkında saçma yargılara varanlar da olmadı (olmuyor) değil. Buna benzer saçmalıklar, biliyorsunuz, başka konularda da oluyor.
Bu noktayı bir yana bırakırsak, bir metnin dilinin ağır olduğuna ilişkin şikâyetlerin önemli bir kısmının kaynağında ben zihin tembelliğinin yattığını düşünüyorum. İnsanlar bir yazıda bilmedikleri bir şeyle karşılaşınca, bunu fırsat bilerek, azıcık zahmetle o konudaki bilgisizliklerini telafi etmeye bakacağına, genellikle tam tersini yapıyor ve yazıyı yazanı suçlamaya veya yaftalamaya kalkışıyorlar. Siz bakmayın, “bilmemek değil, öğrenmemek ayıp” denmesine. Bizde “öğrenmemek” de ayıp değil, hatta bazen bir övünç kaynağı. Onun içindir ki, çoğu kişi bilmediği bir kelime veya terimle karşılaştığında, bunun aslında o bilinmeyenin arkasındaki kavrama aşina olmamaktan ileri gelmiş olabileceğini genellikle aklına getirmiyor. Oysa eğer yazdığı konular hakkında belli bir donanımı varsa, yazarın kelime tercihlerinin keyfî olmayabileceğini akıl etmek gerekiyor. Tabiî, burada yazar açısından söz konusu olabilecek “entelektüel züppelik” ihtimalini bir yana bırakıyorum.
Ben dille ilgili başlıca iki doğru önerme biliyorum. Birincisi, dilin bir haberleşme veya iletişim aracı olduğudur. Dolayısıyla, ben öncelikle ifadelerimin mesajımı doğru iletip iletmediğime bakarım. Diyeceksiniz ki, “haberleşme” veya “iletişim” eğer karşılıklılık içeren bir durumsa, o zaman muhatabının da mesajını doğru algılaması önemlidir. Doğru ama, benim mesajımı formüle ederken harcadığım zihni emeğe göre daha mütevazi bir gayreti bile göstermeye hazır olmayan okuyucunun muhtemel bir iletişim kopukluğunun ortaya çıkmasında hiç kabahati yok mudur?…
Bana göre, bu konudaki ikinci doğru, bir sosyal kurum olarak dilin “kendiliğinden bir düzen” oluşturduğudur. Bu, kısaca, dilin bir sosyal mühendislik çabasına konu edilmesinin yanlış olduğu anlamına gelir. Çünkü, keyfî müdahalelere maruz kalmadığı sürece, dil zaten günlük hayatın olağan akışı içinde ve yazar ve sanatçıların katkılarıyla kendisini değişen şartlara uyarlar. Ama ne kadar “büyük” ve yaratıcı olursa olsun, hiçbir yazar veya sanatçının bir dili yenibaştan kurabileceği, kurgulayabileceği vehmine de kapılmaması gerekir.’’ (Tercüman, 23 Şubat 2004) (Diyalog, 21 Ağustos 2022)