Giriş

12 Haziran 2007’de İstanbul-Ümraniye’de bir evde el bombalarının bulunması üzerine başlatılan ‘’Ergenekon’’ ceza soruşturması 10 Temmuz 2008’de İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinde ilk duruşmasının yapılmasıyla yargılama aşamasına geçmişti. Ergenekon örgütü üyeliği gerekçesiyle sanıklar hakkında Mahkemenin verdiği mahkûmiyet kararının Nisan 2016’da Yargıtayın 16. Ceza Dairesi tarafından bozulması üzerine İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesinde yeniden görülen davada nihayet karar 1 Temmuzda açıklandı: ‘’Ergenekon diye bir örgüt yok’’. Gazetelere göre, mahkeme “Ergenekon örgütü” adı altında bir örgüt olmadığı için, “örgüt kurmak, yönetmek, üyelik, yardım ve yataklık” suçlarından açılan tüm davalar yönünden sanıkların tümünün beraatine karar verdi.

4. Ağır Ceza Mahkemesinin verdiği bu karar aslında Yargıtay 16. Ceza Dairesinin bozma kararıyla aynı gerekçeye dayanıyor. Nitekim Yargıtay o kararında şöyle demişti: “Atılı suçlara ilişkin somut delillere dayalı sanıkların eylemi ortaya konulduktan sonra varsa iştirak iradesini aşan, hiyerarşik yapılanmasının bulunup bulunmadığı, yapılanmanın bir veya birden fazla oluşum, örgüt niteliğinde olup olmadığını, varsa örgütün niteliğini dosya kapsamına ve somut delillere göre ortaya konularak sanıkların hukuki durumlarının bu doğrultuda tayin edilmesi gerekirken, bunlara riayet edilmeyerek örgüt kabulünde isabet bulunmadığından, bu nedenle hüküm bozulmuştur.”

Bu sonuçtan sonra, öyle görünüyor ki, benim daha Ergenekon koğuşturmasının ilk safhasında olmasından korktuğum şey bugün başımıza geldi. O zaman demiştim ki, ’’korkarım ki, bu davadan çıkacak sonuç ne demokrasi ve hukuk devleti kaygılarıyla hareket edenleri fazlasıyla memnun edecek, ne de Ergenekon sempatizanlarının korkularını haklı çıkaracak kadar dişe dokunur bir sonuç olacaktır.’’ (‘’Ergenekon’dan Fazla Umutlanmayalım’’, Star, 31 Temmuz 2008)

Ergenekon yargılamalarından çok şey bekleyenler bu karara şaşırmış gibi görünseler de aslında bu sonuç kimse için sürpriz olmasa gerektir. İki nedenle: İlk olarak, Türkiye’nin 2013 sonundan itibaren içine sürüklendiği siyasî konjonktürde Ergenekon yargılamasından bundan başka bir sonuç beklemek zaten makul olmazdı. Bu dönemin karakteristik özelliklerinden biri Gülen cemaati karşıtlığı ise diğer de yargının tamamen siyasî iktidarın kontrolü altına geçmesidir. Onun için, bu dönemde mahkemelerin iktidardaki mevcut koalisyonun siyasî iradesine aykırı bir karar vermeleri ancak şansa kalmıştı(r).

AKP liderliği ittifak yaptığı güçlerin beklentilerine uygun olarak Ergenekon sürecinin bütün ‘’suçunu’’ eski gayrıresmî ortağı olan Gülen Cemaatine atmak suretiyle, bu davanın müttefiklerinin istediği gibi sonuçlanmasına izin verdi. Böylece hem Ergenekon soruşturma ve koğuşturmalarındaki kendi sorumluluk payını dikkatlerden kaçırması ve bu sayede eleştiri oklarının kendisine yönelmesini engellemesi mümkün oldu, hem de bu yolla kendisine ‘’ihanet eden’’ eski ortağını da herkesin gözünde bir kere daha şeytanlaştırma fırsatı buldu. Oysa, arkasında AKP’nin siyasî desteği olmasaydı böylesine büyük iddialı bir işi Cemaatçilerin tek başına yapmaları mümkün olmazdı.

Ama tabiî, aşağıda işaret edeceğim hatalar bir yana, böyle bir davanın başarıya ulaşmasında,o zaman da işaret ettiğim gibi, en temelde şöyle bir ciddî zorluk da vardı: ‘‘Hepsi bir yana, Türkiye’deki ‘derin devlet’in, sistemin illegal unsurlarından tamamen arındırılmasına ve bütün karanlık bölgelerine ışık tutulmasına izin vereceğini düşünmek safdillik olur. / [Ayrıca] yargı bu olayları tam olarak aydınlatamayabilir. Çünkü, yargısal-hukukî gerçek başka, siyasi gerçek başkadır. Onun için, hukuk ve yargı hiçbir zaman siyasî gerçekliği bütünüyle aydınlatamaz.

(‘’Ergenekon’dan Fazla Umutlanmayalım’’, 31 Temmuz 2008)

Ergenekon Sürecindeki Yanlışlar

‘’Ergenekon diye bir örgüt yok’’ hükmüne ulaşılmasını kolaylaştıran ikinci neden, AKP’nin eski ortağı Gülen cemaati ile birlikte bu süreci çok kötü yönetmiş olmalarıdır. Nasıl ki, ‘’Ergenekon’’ diye bir örgütün var olmadığı hükmünü veren son mahkeme kararı halihazırdaki politik iradeyle uyumludur, aynı şekilde eski dönemde verilen toptancı ve özensiz Ergenekon kararı da yargısal olmaktan çok siyasî idi. O dönemde yazdığım yazılarda Ergenekon yargılamalarının yürütülme şeklindeki esasa ve usule ilişkin hataların bu davaları sakatlayacağına ve böylece sürecin, görünüşteki amacının tersine, devlet içindeki hukukdışı örgütlenmenin aklanmasıyla sonuçlanmasının muhtemel olduğuna dikkat çekmiştim. Ne yazık ki, ne AKP liderliği ne de onun cesaretlendirdiği Cemaatçi ağırlıklı savcı ve hâkimler bu ve benzeri uyarıları dikkate aldılar.

Daha davanın başında yazmıştım, sanırım bütünüyle alıntılanmaya değer:

“Kötüler”i alt etme şehvetinin çoğumuzun adalet ve hakkaniyet duygusunu tutsak aldığı bu günlerde şu yalın gerçeği söylemek zorundayım: “Ergenekon”cuların yapmaya çalıştıkları iddia olunan şey ne kadar vahimse, bu soruşturmanın yürütülüşündeki hoyratlık görüntüsü de o kadar vahimdir!

Bunu söylerken, elbette, Ergenekon “komitası”nın iddia edilen amacının dehşet verici olduğunu ne görmezlikten geliyor ne de küçümsüyorum. Hür-demokratik düzene ve toplumsal barışa kast eden bir darbecilikten daha büyük bir siyasi kötülük olabilir mi? Bütün bir toplumu bağnaz ulusalcıların “kapatma”sı haline getirecek bir komploya hangi sağduyu sahibi insan kayıtsız kalabilir ki?…

Buna elbette seyirci kalınamaz. Ama eğer hürriyet ve barışı sahiden önemsiyorsanız, bu değerlerin düşmanlarıyla kötülükte yarışarak iyiliğe hizmet edemezsiniz. Meşru amacınızı meşru yollardan giderek gerçekleştirmelisiniz. Aksi halde, hem amacınıza zarar vermiş olursunuz, hem de sizin o “kötü”lerden bir farkınız kalmaz.

Esasen hürriyet de, başka birçok toplumsal-siyasal ideal gibi- usulle kaimdir. Hürriyetin bekası büyük ölçüde usuli güvencelerle sağlanabilir. Hukuk devleti dediğimiz şey de aslında bu güvencelerden ibarettir.

Bu güvencelerin başında da “adil yargılama” gelir. Adil yargılama açısından, davanın nasıl yürütüldüğü kadar, onu hazırlayan soruşturma aşamasının yürütülüş biçimi de önemlidir. Gözaltına alma ve tutuklama, sorgulama ve savunma haklarına riayet konularındaki hoyratlıklar sadece şüphelileri ve sanıkları mağdur etmez, ma’şeri vicdanı da yaralar.

Şimdi Ergenekon soruşturması çerçevesinde olup-bitenlere bakalım: Yaklaşık bir yıldır gözaltına almalar, baskınlar, sorgular yaşanıyor, ama toplum olarak gerçekte nelerin olup-bittiğine dair sağlıklı bilgilerden yoksunuz. Bu kadar zamandır ortada iddianame de yok. Şüpheli veya sanıkların haklarındaki isnatları bile doğru-dürüst bilmedikleri söyleniyor. Aylarca mahkemeye çıkarılmaksızın içerde tutulan insanlar var.

Neden insanlar sabaha karşı zorla evlerinden alınıyorlar? Bunların çoğu kim oldukları toplumca bilinen ve yeri-yurdu belli insanlar değil mi? Öyleyse bunlara neden normal yollardan ifade veya sorgu için çağrı çıkarılmıyor da evlerine baskın yapılıyor?… Yoksa bizim bilmediğimiz çok vahim ve acil durumlar mı sözkonusu? Meselâ “akşamdan sabaha” bir darbenin gerçekleşmesi tehlikesiyle mi karşı karşıyaydık veya bu insanlar yurt dışına kaçma hazırlığındaydılar falan mı?…

Hem sonra, adli bir soruşturma hakkında Başbakan’ın ve bir valinin açıklama yapması da ne demek oluyor?

Şimdi, diyelim ki, “ulusalcılar”ın ve medyadaki sempatizanlarının iddia ettikleri gibi, bütün bunların sonucunda “hiç bir şey” –en azından, yaratılan izlenim kadar vahim bir şey- ortaya çıkmadı. Peki o zaman ne olacak?…

Ne olacağı belli. Bir kere, usulî güvenceler, dolayısıyla hukuk devleti fikri, zayıflamış olacak. İkincisi, darbeci-komitacı girişimlere meşruluk kazandırılmış olacak. Darbecilerin kendilerine olan güvenleri artacak, buna karşılık darbe karşıtı girişimlerin inandırıcılığı azalacak. Üçüncüsü, AKP bu işten büyük bir yara almış olarak çıkacak. Eğer o zamana kadar kapatılmamış olursa, bu sefer de hukukun suiistimali yoluyla muhalefeti sindirmeye çalışmakla –yani, baskıcılığa yönelmekle- suçlanacak.

Bugünden bunları düşünmeyenlerin, korkarım ki, yarın buna hiç fırsatları olmayacak. (‘’Ergenekon’da Esas Usulü Unutturmasın’’, Star, 5 Temmuz 2008)

Tabiî, bunları söylerken, devlet içinde yuvalanmış hukuk-dışı oluşum ve odakları yargı yoluyla tasfiye etmenin kolay olduğunu, şimdi olduğu gibi o zaman da düşünmüyordum:

‘’Hayal kırıklığına uğramak istemiyorsak, bu davanın, devlet içindeki demokrasi karşıtı hukuk dışı örgütlenmeyi ‘sivil’ uzantılarıyla birlikte tamamen ortaya çıkarabileceği gibi aşırı bir ümide kapılmamak gerekiyor. Ergenekon davasının bu konuda vaad edebileceği sadece kısmî bir başarıdır. Aksini ümit etmek, hem Türkiye’deki ‘derin devlet’i küçümsemek, hem de devletin meşru kurumlarında bile ‘hikmet-i hükümet’çi zihniyetin hâkim doktrin olmasının bu tür örgütlenmeleri kolaylaştırdığı gerçeğini göz ardı etmek olur. Başka bir anlatımla, Ergenekon’ları bertaraf edebilmek, çok büyük ölçüde, Türkiye’deki hâkim devlet konseptini tasfiye etmeye bağlıdır.’’ (‘’Ergenekon’un Zorlu Yolu’’, Star, 25 Ekim 2008).

Karşı karşıya olunan zorluğun o zaman öngördüğüm bir nedeni de, emniyetçilere ve davanın savcısına hâkim olan Ergenekon’la ilgili ‘’büyük resmi’’ ortaya çıkarma saplantısı yüzünden, ilgili-ilgisiz her şeyi ve kişiyi dahil ederek davanın kapsamının gereksiz yere genişletilmesiydi. Oysa:

‘’(E)ğer mahkemeye ille de ‘büyük resmi’ ortaya çıkarma kaygısı hâkim olursa, bu, yargılamayı adil olmaktan çıkarabilir. Böyle bir durum sanıkların haklarına bir tecavüz teşkil edeceği gibi, bu aynı zamanda tuzağa düşmek de olur. Çünkü, adil olarak yürütülmüş olmayan bir davanın ulaştığı sonuçlar üzerinde şüphe olacağından, böyle bir durumda gerçekte suçlu olanlar bile kendilerini pekalâ masum gösterebilirler.’’ (Star, aynı yazı)

Peki Ya ‘’Derin Devlet’’?

Peki, yargının Ergenekon davasında ulaştığı bu sonuç karşısında, Türkiye’de devlet içinde örgütlenmiş hukuk dışı işler çeviren, ‘’gerektiğinde’’ provokasyonlar, pogromlar, katliamlar yapan, seçilmiş hükümetlerin devrilmesi için darbe ortamı hazırlayan odakların bulunmadığı kesin bir gerçek olarak ortaya çıkmış mı oluyor?…

Şöyle de sorabiliriz: AKP iktidarının ilk yıllarında McDonalds’a bomba atılmasıyla (2004) başlayan, uydurulan Pontus tehlikesi atmosferi, misyoner karşıtlığı ve genel ‘’yabancı düşmanı’’ hava içinde Rahip Santoro cinayetiyle (2006) noktalanan ve odağında Trabzon’un yer aldığı Doğu Karadeniz’deki olağandışı hareketlilik kendiliğinden mi ortaya çıkmıştı? Peki ya, ikisi de 2007 yılında gerçekleşen Hırant Dink cinayeti ile Malatya Zirve Kitabevi katliamı sıradan adlî vak’alar mıydı? Devlet bir yandan Meclisi ve hükümetiyle AB’ye resmen tam üye olmak için ardı ardına reformist adımlar atarken, öbür yandan AB’yi düşmanlaştırmaya dönük onun Türkiye’yi bölmeye çalıştığı gibi gerçek dışı propaganda sağanağını ateşleyen karanlık odaklar kimlerdi?…

Ve nihayet, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde bunlar gibi başka karanlık tertipler, kumpaslar yok mudur?  Türkiye’de ‘’derin devlet’’ yok mudur?…

Peki ‘’demokratik hukuk devleti’’ olmak iddiasındaki Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumsal yapısının legal bir unsuru olan silâhlı kuvvetler içindeki AKP iktidarına karşı 2000’li yıllardaki kıpırdanma ve homurdanmalara ne demeli?… Silâhlı kuvvetler içinde, iktidara geldiği ilk günden itibaren AKP hükümetine posta koyan, ona karşı celâllenen, zamanın başbakanını açıkça tehdit eden, hatta hükümete karşı tertipler hazırlığı içinde olan yüksek rütbeli askerler ve komutanlar yok muydu?

Dahası, Türkiye’de silâhlı kuvvetlerin demokrasi sicili eskiden beri çok mu temizdi(r)?…

Yargı ‘’Ergenekon diye bir örgüte rastlanmamıştır’’ diyor. Ne güzel! Bu doğru olabilir, hakikaten de bu ad altında merkezî olarak organize olmuş tek bir çatı örgütü var olmayabilir. Ama yukarıda belirtilen türden tertipler onları organize ve koordine eden bir veya birden fazla irade olmadan gerçekleşebilir mi?… Devlet içindeki resmî veya gayrıresmî kimi odak ve grupların hukuk-dışı karanlık işler çevirmek için birbiriyle koordineli bir şekilde çalışmaları mümkün değil midir?… Bunun ille de bütün karanlık kişi ve odakları içinde toplayan dar ve teknik anlamda bir örgüt, tek bir örgüt olması şart mıdır?…

Gerçek şu ki, bu anlamda bir örgütün var olmaması, devlet içinde suç işleyen farklı odak veya grupların bulunmadığı anlamına gelmez. Aslına bakılırsa, ‘’derin devlet’’ terimi zaten çoğu zaman ayrı bir kapsayıcı, örgütlü yapıyı ifade etmez, yani böyle bir örgüt var olabilir de olmayabilir de. Derin devlet denen şey tek bir fiziksel varlığı değil, legal olan ve olmayan farklı unsurların kötücül amaçlar için zaman zaman bir araya gelmelerini ifade eden işlevsel bir kavramdır.

Hem, Türk yargısı ne zaman olur-olmaz herşeye ‘’örgüt’’ demekten vazgeçip terimi kavramsal-teorik bir titizlikle kullanmaya başladı?… Ergenekon davasında örgüt için merkeziyetçi bir hiyerarşik emir-komuta ilişkisi arayan mahkemelerimiz aynı hassasiyeti başka davalarda niçin göstermiyorlar dersiniz?… Meselâ, Gülen Cemaatine zayıf ve dolaylı bir sempatiyi, akrabalık veya hısımlık ilişkisini, hatta hasbelkader onun mensup veya sempatizanlarıyla aynı ortamda görünmeyi bile örgüt üyeliği için yeterli görüp onbinlerce insanı süründüren aynı yargı değil miydi?…

Sonuç

Sonuç olarak, mahkemelerin devlet içinde yuvalanmış ”Ergenekon” adlı gizli bir örgütün varlığını tespit edememeleri samimî bir niyet ve çabanın eseri olsa bile (ki bu çok şüphelidir), bu, devlet içinde sözümona devletin bekâsı ve ulusal çıkar adına resmî veya gayrıresmî kimlikleriyle hukuk-dışı ve antidemokratik tertip ve provokasyonlara girişen odakların var olmadığı anlamına gelmez. Tam aksine, maalesef Türkiye bu konuda çok kötü bir sicile sahiptir. Bu türden örgütlenme veya oluşumların yargı tarafından ortaya çıkarılması elbette kolay değildir, ama Ergenekon meselesinde bu sonuç âdeta kasten yaratılmıştır. Bu fiyasko bir yandan AKP ve Cemaatin, öbür yandan ”hikmeti hükümet”çi derin devlet eylemci ve sempatizanlarının eseridir.

Türkiye kendi ”derin devlet”ini yakalamak için eline geçirdiği en büyük fırsatı maalesef kaçırdı, bu şansın bir daha yakalanması ise artık çok zayıf bir ihtimaldir.

(Daktilo 1984, 5 Temmuz 2019)

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir