Bir önceki yazıda temas ettiğim 1996 yılındaki meşhur ‘’Susurluk kazası’’ bazı devlet memurlarının kanun kaçaklarıyla yasadışı ilişkiler içine girmiş olduğu gerçeğini ortaya sermişti. Devletin yasadışılığa bulaştığını gösteren bu skandal sivil toplumda yol açtığı tepkiler yanında, birçok resmî ve gayrı resmî araştırma-soruşturmaya da konu olmuştu.
Bu konuyla ilgili resmî raporlardan birini 1997 yılında Başbakan Yılmaz o zamanki Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’a hazırlatmıştı. Kutlu Savaş Raporunda ‘’(d)evletin ilgili tüm kurumları(nın) bu iş ve eylemlerden haberdar’’ olduğunu tespit etmekle beraber, bu vesileyle ‘’devlet sırrı’’ olması gereken konuların ortaya saçılıp kamunun bilgisine ulaşmasında devletten yana söz konusu olan başıbozukluk ve ciddiyetsizliğe hayıflanıyordu: ‘’Her şeyin bu kadar kolay ortaya çıkması ve duyulması ise devlet adına yapılan işlerdeki ciddiyetsizliğin en önemli göstergesidir.”
Bu aslında, Susurluk kazasında katliam sanığı olan malum kanun kaçağıyla birlikte yakalanan emniyet bürokratı ve milletvekili ile, bunların sebebiyet verdikleri skandalı araştıran müfettiş konumundaki kamu bürokratının temelde aynı düşünce yapısına sahip olduklarını göstermektedir. Yani, Başbakanlık Teftiş Kurulu başkanı da ‘’devlet adına’’ bu tür işlerin yapılmasına prensip olarak karşı çıkmıyor, o sadece bu işlerin gizli kalması için gereken özenin gösterilmemesine hayıflanıyordu. Kısaca, Susurluk skandalına sebebiyet verenlerle bu olayı soruşturanları birleştiren temel düşünce aynıdır: ‘’Devletin bekâsı en üstün yasadır.’’
Bunun böyle olduğu bilâhare devletin en yüksek katından da teyit edilmiştir. Nitekim, emniyetin Şubat 2000’de gerçekleştirdiği meşhur Hizbullah operasyonunda, içinde makinalı tüfekler ve roket atarların da bulunduğu devlete ait bazı silâhların Hizbullah depolarından bulunmasıyla ilgili bir soruya zamanın cumhurbaşkanı Süleyman Demirel şu cevabı vermişti: ‘’Devlet gerektiğinde rutin dışına çıkar.’’ Aslında, Demirel’in bu sözüyle atıfta bulunduğu, sadece devlete ait silâhların terörist bir örgütünün eline nasıl geçtiği değil, aynı zamanda bu silâhların daha baştan Türkiye’ye getirilme şeklindeki tuhaflıktı.
Şunu kast ediyorum: 1993-97 yılları arasında Batman valisi olan Salih Şarman PKK ile ‘’daha iyi’’ mücadele etmek için, içine korucuların da dahil edildiği ‘’Karma Özel Harekât Birliği’’ adı altında, emniyet ve ordunun dışında özel bir kuvvet oluşturmuş ve bu birlik için yurt dışından muhtelif silâhlar ithal etmişti. Hizbullah’ın deposunda bulunanlar bu kayıp silâhların bir kısmı idi. İşte, Demirel devletin ‘’rutin dışına çıkması’’ndan söz ederken Batman Valisinin kendi inisiyatifiyle böyle bir özel birlik kurmasını ve onu kendi ithal ettiği silâhlarla donatmasını da –onaylar bir dille- anlatmak istiyordu.
Şimdi, memurlarla cumhurbaşkanının devletin ‘’gerektiğinde’’ hukukun dışına çıkabileceği düşüncesinde birleşmeleri bazılarımıza anlaşılmaz gelebilirse de, devlet açısından bakıldığında hiç te öyle değildir. Ama bundan önce, bu düşüncenin hepimize veya çoğumuza değil de sadece ‘’bazılarımıza’’ tuhaf geldiğine dikkat çekmek isterim. Yani toplumumuzun çoğunluğu da devletin bekâsının her türlü bireysel ve toplumsal amacın üstünde olduğuna inanmaktadır. Onun için, bizim ‘’skandal’’ olarak adlandırdığımız şeyler sadece devlet misyonerleri için değil genel toplum nazarında da olağan şeylerdir.
Evet, işin aslına bakılırsa, devletin ‘’gerektiğinde’’ hukukun dışına çıkmasında anlaşılmayacak bir şey yoktur. Eğer devletin mahiyetini doğru kavrarsak, hukuka uymanın onun için bir norm değil, tam aksine bir sapma veya taviz olduğunu anlayabiliriz. Devletin doğasında onu hukuka uymaya zorlayacak ahlâkî bir buyruk olmadığı gibi, onu buna zorlayabilecek bir güç de yoktur. Gitgide büyümek, büyüdükçe çevresine yayılmak ve etrafındaki her şeyi kırıp dökmek devletin doğasındandır. Devletin belli bir coğrafî alanda cebir kullanma tekeline sahip, rakipsiz ve en üstün güç olduğu gerçeği karşısında, onun kendisini hukukla bağlı sayması kendi doğasına aykırı olurdu.
Başka bir anlatımla, devletin özü ‘’hikmet-i hükûmet’’ ve -buna bağlı olarak- her ne pahasına olursa olsun kendi varlığını idame ettirmek irade ve insiyakıdır. Bu gerçek, devletin sınırlarını aşmasına karşı sürekli teyakkuz halinde olan ve onu medenî bir toplumsal varoluşun gereklerine uymaya zorlayacak bilinçteki bir toplumun varlığını zorunlu kılmaktadır. Yoksa, devleti ne hukukla ne de anayasayla sahici anlamda bağlamak mümkündür.
Bu arada, özel olarak biz Türkiye halkı için kötü bir haber, ‘’bizim devletimiz’’in baştan itibaren başka benzerlerine nispetle daha az ‘’medenî’’ bir şekilde kurulmuş olduğudur. Yani, demek istiyorum ki, kimse Sedat Peker’in dudak uçuklatan ifşaat ve itiraflarına bakıp da ‘’Türk devleti’’nin doğasını değiştireceğini sanmasın. (Diyalog, 30 Mayıs 2021)