‘’Altılı Masa’’nın anayasa değişikliği önerileri ile kimi diğer politik meselelerde aldığı tutumlar ümit verici olsa da, bu inisiyatiflerde ifadesini bulan siyasî vizyonunun yeterince- yani Türkiye’nin ihtiyacı ölçüsünde- radikal olmadığına daha önce birkaç kere dikkat çekmiştim. Bu da, muhalefet önümüzdeki seçimlerden sonra yasama ve yürütmenin kontrolünü ele geçirse bile, ülkenin geleceği hakkında aşırı ümitlere kapılmamamız gerektiği anlamına geliyor.

‘’Radikal’’ derken kastettiğim de, mevcut her şeyi altüst edip yeni baştan bir düzen inşa etmek olmayıp, carî rejimin altında yatan devlet-merkezli, milliyetçi, birlik-bütünlükçü ve merkeziyetçi ideolojik perspektifin terk edilmesidir. 

Ancak şu gerçeğin de farkındayım: Aşağı yukarı üç çeyrek asırlık çok-partili hayat tecrübemiz, Türkiye’deki ‘’cumhuriyetçi’’ rejimin her türlü sahici reforma karşı sanıldığından fazla dirençli olduğunu göstermiştir. Başka bir deyişle, temelleri aslında daha da eski olup ta İttihat-Terakki döneminde atılmış olan carî rejimi (‘’müesses nizamı’’ da diyebilirsiniz) özgürlük ve demokrasi yönünde iyileştirmek amacıyla atılabilecek adımların görünür, görünmez sınırları vardır.

Yine de, insan bu işte, her şeye rağmen güzel bir söz veya jeste karşı duyarsız kalamıyorsunuz! Tıpkı, Ali Babacan’ın geçen hafta Partisinin ‘’Temel Haklar Eylem Planı’’ hakkında yaptığı açıklamalar karşısında benim -ve muhtemelen başkalarının da- hissettiğimiz gibi… Doğrusunu söylemek gerekirse, Babacan’ın daha önce de ‘’Altılı Masa’’dan ayrı olarak kendisi ve partisi adına dile getirdiği bu gibi başka iyimserlik yaratan açıklamaları da olmuştu.

Sadede gelirsek, Babacan’ın bu seferki açıklamaları arasında şunlar da var:

‘’Herkesin kendini bu ülkenin eşit ve özgür bir vatandaşı hissetmesi[ni sağlayacak] güçlü bir vatandaşlık anlayışı’’nı hâkim kılmak üzere ‘’anayasamızın 66. maddesini, çağımızın gereği olarak, kapsayıcı bir anlayışla yeniden ele almayı teklif ediyoruz.

Herkesin anadili, anasının ak sütü kadar helaldir. Bu topraklarda konuşulan tüm diller, bizim dilimizdir. Biz bütün bu dillere aynı yakınlıktayız. ‘Eşit mesafedeyiz’ demiyorum. ‘Aynı yakınlıktayız’ diyorum. Anayasamızın 42. maddesinin bu doğrultuda değiştirilmesini öneriyoruz. Ortak ve resmi dilimiz Türkçeye ek olarak, eğitim ve öğretimde ‘anadilinin kullanılması ve geliştirilmesi hakkı’nın anayasal güvenceye kavuşturulması gerektiğini ifade ediyoruz. Anadilinde eğitimin önündeki engellerin kaldırılması gerektiğini söylüyoruz. Yerelden gelen talepler doğrultusunda, yerleşim yerlerinin isimlerini aslına döndürülmesini de önemli bir hedef olarak önümüzde durması gerektiğini ifade ediyoruz.”

Bu açıklamada öne çıkan, birbiriyle ilişkili iki ana düşünce var: (1) yurttaşlığı eşitlik ve kapsayıcılık temelinde yeniden tanımlamak ve (2) eğitim ve öğretimde anadilin kullanılmasına izin vermek. Yurttaşlıkla ilgili anayasal revizyon ihtiyacının nerden kaynaklandığı bellidir: Yürürlükteki Anayasanın 66. maddesi, görünüşteki eşitlikçi formülasyonuna rağmen, vatandaşlığın tanımında etnik-kültürel imaları olan ‘’Türk Devleti’’ kavramına referans vermekten de geri durmamaktadır. Bunun eşit ve kapsayıcı vatandaşlık perspektifi açısından belirgin bir kusur oluşturduğu açıktır. Oysa, aynı Anayasanın ilk maddelerinde vatandaşı olduğumuz devletin adı daha isabetli olarak ‘’Türkiye Devleti’’ veya ‘’Türkiye Cumhuriyeti’’ olarak belirtilmiştir.

‘’Anadil’’ meselesine gelince, en başta şunu söylemek gerekir ki, DEVA’nın önerisi, medyada yanlış aktarılmasının da etkisiyle çoğu kimsenin sandığının aksine, Türkçeden başka bir dilin anayasal ‘’resmî dil’’ yapılmasını öngörmemekte (ki bana göre, öyle yapılsa da bunda hiçbir sakınca yoktur); sadece, etnik-kültürel toplulukların eğitim ve öğretimde kendi dillerini kullanabilmelerine ve geliştirebilmelerine anayasal temel sağlamak gibi mütevazi bir amaç gütmektedir.

DEVA Partisinin anadille ilgili bu önerisini ihtiyaç haline getiren ise, en başta yürürlükteki Anayasanın 42. maddesidir.  Gerçekten de, söz konusu maddenin ‘’Türkçeden başka hiçbir dil eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez’’ diyen son fıkrası, bırakalım insan haklarına saygıyı, etnik-kültürel çeşitliliğin karakterize ettiği Türkiye’de Türkçeden başka anadil tanımamak, yani diğer anadillerin varlığını reddetmek ve bir bakıma ‘’gerçeğe savaş açmak’’ suretiyle, bu konuda hepten ölçüyü kaçırmıştır.

Onun için, aslında düzeltilmesi gereken başka yanları da olmakla beraber, Anayasa’nın 42.  maddesinin en azından DEVA Partisi’nin önerdiği kadarıyla düzeltmek, daha doğrusu son fıkra hükmünü toptan kaldırmak, azınlıktaki etnik-kültürel toplulukların hakkını teslim etmek yanında, Türkiye toplumunun tamamı için de insanî ve medenî bir kazanç olur. (Diyalog, 8 Ocak 2023)

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir