Geçen haftaki yazımda ülkemizin maruz kaldığı büyük deprem felâketinin ilk sonuçlarının çağrıştırdığı duygu ve düşüncelerimi paylaşmıştım. Felâketin üstünden neredeyse iki hafta geçmiş olmasına rağmen arama-kurtarma çalışmaları halâ devam etmektedir ve deprem artığı enkazlardan halâ hem sağ olarak kurtarılan insanlar hem de ölü bedenler çıkarılıyor. Sayılar ürkütücüdür: Ölü sayısı 40 bine yaklaşmış bulunmaktadır, yaralı olarak kurtarılan veya kurtulanların sayısı ise 110 bin civarındadır.
Böylesine büyük bir felâketin atlatılması ve depremzedelerin acil ihtiyaçlarının karşılanarak yaralarının sarılması öncelikle devletin ilgili kurum ve kuruluşlarının harekete geçmesini gerektirmekle beraber, tek başına bunun yeterli olmayacağı açıktır. Bunun için geniş kapsamlı bir toplumsal seferberliğe de ihtiyaç var. Özellikle hükûmetin bu meseleyi ele alış tarzında gözlenen kusurlara rağmen, gerek kamusal gerekse sivil çalışmalar eş zamanlı olarak iyi-kötü yürütülmektedir. Bu arada sivil toplumun depremzedelerle dayanışma konusunda gösterdiği isteklilik ve heyecan gerçekten sevindiricidir.
Hükûmetin bu felâketle başa çıkma tarzındaki hatalar derken, sadece arama-kurtarma ve ilk yardım çalışmalarında nispeten geç kalınmış olmasını ve bu çalışmalarda bizatihi hükûmet yetkililerince ve başta AFAD olmak üzere resmî kuruluşlarca yer yer sergilenen amatörlük ve beceriksizlikleri kastetmiyorum. Ayrıca, bir yandan resmî kuruluşlarla sivil kuruluşlar, öbür yandan yerli kurum ve kuruluşlarla yabancı yardım ve destek örgütleri arasında koordinasyonun sağlanmasında da göze çarpan aksaklıklar oldu. Ama sanırım hükûmetin bu meseledeki en büyük hatası, başta ‘’AHBAP’’ olmak üzere sivil yardım girişimlerinin ve siyasî muhalefetin yardım ve destek çabalarını görmezlikten gelmeye ve bu faaliyetlerin halkın bilgisine ulaşmasını engellemeye çalışmasıdır.
Öte yandan, kamu kesiminin afetin yıkıcı sonuçlarıyla baş etmede başarılı olması sadece teknik donanımının yeterliliğine ve kadrolarının uzmanlık bilgi ve beceri seviyesine değil, aynı zamanda toplumun bu meselede tamamen hükûmetin arkasında olmasına, ona bu konuda isteyerek ve gönül rahatlığıyla destek vermesine de bağlıdır. Burada şükür ki toplumun her kesiminin sebil ettiği maddî-malî desteği değil, hükûmete verilen moral-manevî desteği, yani hükûmetin toplum nezdindeki meşruluk algısını ve güvenilirliğini kastediyorum. Çünkü bu büyük afetten sonra mağdurların yaralarının gerçekten sarılabilmesi ve toplumun yeniden toparlanabilmesi için, her şeyden önce, yurttaşların devlete ve hükûmete güven duyması gerekir.
Oysa, üzülerek belirtmek durumundayım ki, meselenin bu yanında AKP-MHP yönetimi hiç te sağlam bir zeminde değildir. İktidar partileri kendilerine siyaseten muhalif olan ve/veya hayat tarzını onaylamadıkları geniş toplum kesimlerine karşı son yıllarda izledikleri nobran ve hatta küstahça tutumla halkın hükûmete ve bürokrasiye olan güvenini kendi elleriyle tahrip etmiş, bu arada kendi moral otoritesinin de altını oymuştur. Onun içindir ki, AKP-MHP bugün evet ‘’iktidar’’dır, ama ahlâkî otoritesi neredeyse sıfırlanmış olan bir iktidar. Oysa, yönetici kadrolara halkın güven duyabilmesi, diğer faktörler yanında, onu ”iktidar’’ olmaktan önce ‘’otorite’’ olarak görmesine bağlıdır.
Evet, bugün yönetim mevkiindeki siyasî-idarî kadrolara toplumda yaygın bir güvensizlik vardır ve bu güvensizlik AKP-MHP iktidarı döneminde yolsuzluğun ve siyasî yozlaşmanın adeta zirve yapmış olmasıyla yakından bağlantılıdır. Bugün depremzedelere destek ve yardım amacıyla toplanan bağış paralarının akıbeti konusunda toplumda yaygın bir kuşkuculuk varsa ve toplumun önemli bir kesimi kamu kuruluşları yerine sivil inisiyatiflere malî destek olmayı seçiyorsa, iktidarın kendi elleriyle yarattığı bu durumun bir anlamı ve olmalıdır.
Hükûmete yönelik yaygın hoşnutsuzluk ve güvensizliğin arkasında yatan yine onun kendi eseri olan başka bir neden daha vardır. Bu, büyük ölçüde siyasî iktidarın icraat ve söyleminin bir sonucu olarak, toplumun kutuplaşmış, yani birbiriyle neredeyse hiç etkileşim ve iletişimi olmayan ve birbirlerine empati yapamayan iki karşıt gruba ayrılmış olmasıdır. Bu kutuplaşma başlangıçta sadece hayat tarzı farklılığından kaynaklanıyor görünüyordu, ama AKP liderliği zamanla siyasî söylemini bu farklılığı en azından kendi taraftarlarında kemikleştirecek ve bir düşmanlık nedeni olarak algılanmasını garanti edecek şekilde ayarladı, söylemini bunun için gerekli olan yoğunluk ve sıklığa uyarladı.
Daha sonra AKP iktidarına eklemlenen MHP de onunla aynı yolu tutturdu. O kadar ki, toplum olarak dayanışmaya ‘’her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olan’’ bu günlerde bile MHP liderliği toplumun kendilerini desteklemeyen büyük kesimini aşağılayıcı ve düşmanlaştırıcı bir dil kullanmaktan geri durmamaktadır.
Bu konuda iktidardaki siyasî kadroların göremedikleri hayatî önemdeki bir mesele de şudur: Bu düşmanlaştırıcı dil ve kutuplaşmışlık halinin tahrip ettiği sadece hükûmete olan güven değildir; ondan daha da önemli olan ve asıl hayıflanmamız gereken, bu durumun ‘’güven’’i barış içinde bir arada var olmanın bir temeli olmaktan çıkarması ve toplumu ‘’güven’’ sosyal sermayesinden yoksun bırakmasıdır.
Oysa bugün hükûmetin moral otoritesinin ve toplumun ona yönelik güveninin üst düzeylerde olmasına olduğu kadar, farklı toplumsal kesimler arasında da güvenin tesis ve idamesine çok ihtiyacımız var! (Diyalog, 19 Şubat 2023)