Bir hafta önce maalesef ülkemiz büyük bir felâkete maruz kaldı; Kahramanmaraş merkezli şiddetli bir deprem bu şehir yanında Antakya ve Adana başta olmak üzere toplam 10 ilde büyük hasara yol açtı. Şiddeti ve kapsadığı alan itibariyle az rastlanır büyüklükteki bu deprem maalesef çok büyük acılara neden oldu, tabiatıyla etkileri de deprem bölgesiyle sınırlı kalmadı.
Bu yazının kaleme alındığı Cumartesi öğlen itibariyle, deprem bölgesinde ölü sayısı 21 bine yaklaşmış, yaralı sayısı 80 bini aşmış; ayrıca 12 binden fazla konut, işyeri ve kamu binası yıkılmış veya ağır hasar görmüş bulunmaktadır.
Afet bölgesinde hafta başından beri arama-kurtarma çalışmaları ve göçük altından çıkarılan yaralıların tedavisi çabaları çok zor şartlarda sürdürülmektedir. ‘’Çok zor şartlarda’’, çünkü deprem bölgesindeki birçok yerleşim yeri, başta Antakya, harabeye dönmüş durumda. Bu arada depremzedelerin gıda ve barınma gibi acil ihtiyaçlarının karşılanması için Türkiye’nin dört bir yanında yurttaşlar ve sivil örgütler adeta seferber olmuş durumda.
Ne yazık ki, hükûmet bu büyük felâkete müdahale etmekte hem geç kaldı, hem de depremin yol açtığı acıları hafifletmek ve ilk müdahale tedbirleriyle yaraları sarmakta yeterince başarılı olamadı. Daha da kötüsü, siyasî ve idarî yetkililer bir yandan kendi görevlerini (en başta, arama-kurtarma ve gıda yardımı dağıtımını) yerine getirmek konusunda ihmalkâr davranır ve beceriksizlik sergilerken, öbür yandan felâketzedelere yardım için seferber olan ve kendiliğinden örgütlenen sivil yardım girişimlerine engel olmanın ve toplumun haberleşme kanallarını tıkamanın yollarını araması oldu.
Bu arada, hükûmetin depremin yıkıcı sonuçlarına müdahale etmedeki aczini eleştiren yurttaşlara devlet adına konuşanların verdikleri karşılık ta ibretlik. Malum, hükûmete bu tür eleştiriler yöneltenlere (‘’Devlet nerde?’’ diye soranlara) Cumhurbaşkanı yardımcısı Fuat Oktay kızgınlıkla cevap verdi ve şöyle dedi: ‘’Devlet yok diyenler ısrar ederse devleti gösteririz.’’ Türkiye’de devletin kendisini tipik olarak ‘’gösterme’’ biçiminin ne olduğunu ise hepimiz biliyoruz!
Hükûmetin felâketin sonuçlarına acil müdahale ihtiyacının ifadesi olan geçici tedbirlerin ötesinde aldığı, daha ‘’esaslı’’ tedbir ise depreme maruz kalan 10 ilde ‘’olağanüstü hal’’ ilân etmek oldu. Bu karar, tahmin edilebileceği gibi, toplumda genel bir hoşnutsuzluk yaratmış olsa da, bunun böylesine büyük afetlerle karşılaşan toplumların genellikle başvurdukları ve Anayasaya da prensip olarak uygun bir yol olduğunu belirtmek gerekiyor. Ancak, özellikle genel seçimlerin yaklaştığı bir zamanda üç ay sürecek bir olağanüstü hal ilânı hiç te akıllıca bir tercih değildir. Onun için, yasama organındaki iktidar çoğunluğunun muhalefetin bu sürenin bir aya indirilmesi önerisini dikkate almaması yanlış olmuştur.
Bu arada, bölgede olağanüstü hal ilân etmek yerine, bölgeyi ‘’afet bölgesi’’ ilân ederek 7269 sayılı ‘’Umumî Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun’’un verdiği yetkileri kullanmak önerisini yapanların göz ardı ettikleri önemli bir nokta var: Bu Kanun, bazı hükümlerinde mülkî makamlara, özel gerçek ve tüzel kişilere birtakım bedensel çalışma, malî veya parasal yükümlülükler (‘’tekâlif-i örfiye’’) getirme yetkisi verdiği için (madde 6: ücretsiz veya ücreti sonradan ödenmek üzere taşıt araçlarına ve makine, teknik donanım ve alet-edevata el koyma; kişileri bedensel çalıştırma; özel kişilere ait bina ve arazileri işgal etme; madde 9. özel kişilere ait nakil vasıtalarını kullanma; madde 11: ücretsiz bedensel çalıştırma), bu yükümlülüklerin Anayasaya uygun olarak olağanüstü hal ilân edilmeden uygulamaya konması hukuken mümkün değildir.
Ayrıca, Cumhurbaşkanı yardımcısı Fuat Oktay’ın açıkladığı olağanüstü hal ilânı gerekçesinde zikrettiği bazı tedbirler var ki, bunlar da bazı temel hakların geçici olarak ‘’askıya alınması’’ sonucunu doğurabilecek niteliktedirler, dolayısıyla bunların da olağanüstü hal ilân edilmeden uygulanması anayasal olarak sorun yaratabilir. Söz gelişi, tehlike arz eden binaların yıkılması ve kimi ‘’acil’’ satın alma ve kiralama işlemleri ile bazı alanlara girişin sınırlandırılması, fiilen -sırasıyla- mülkiyet hakkının ve seyahat ve yerleşme hakkının askıya alınması anlamına gelebilir.
Bu durum elbette olağanüstü hal ilânı hakkında toplumdaki yaygın kuşku ve tedirginliğin yersiz olduğu anlamına gelmiyor. Yakın geçmişte yaşadığımız benzer bir tecrübe hükûmetin bu kararından kaygılanmamızın haklı olduğunu gösteriyor. Nitekim, AKP iktidarı daha önce 2016’daki darbe girişimi üzerine uygulamaya koyduğu ‘’olağanüstü hal’’i maalesef kötüye kullanmış; olağanüstü hal yetkilerini -hatta daha fazlasını- toplumu susturmak, muhalefeti bastırmak ve kendine karşı-konulmaz ve denetimsiz bir iktidar zemini oluşturmak, kısaca rejimi değiştirmek için kullanmıştı. Bu sefer de, daha küçük ölçekli de olsa, benzer bir kötüye kullanma durumuyla karşılaşmamız maalesef ihtimal dışı değildir.
Umarız, kötüye kullanmaya ilişkin bu istenmedik beklenti, olağanüstü hali bahane ederek cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimlerinin ertelenmesi gibi büyük bir anayasa ihlâliyle sonuçlanmaz. Malum, yürürlükteki Anayasaya göre (m. 78) sadece ‘’savaş sebebiyle seçimlerin yapılmasına imkân olmaması’’ halinde seçimler ‘’geriye bırakılabilir.’’ Bu durumda, seçimler üç aylık olağanüstü halin hemen ertesinde (Mayıs ortasında) yapılamayacağına göre, ‘’erken seçim’’ (seçimlerin yenilenmesi) kararı alınmasına da gerek kalmamış, daha doğrusu imkânsız hale gelmiştir. Onun için, doğrusu, seçimlerin normal zamanı olan Ağustos ayında yapılmasıdır.
Devletin bu büyük afet karşısında sergilediği acz bana ‘’devlet kapasitesi’’yle ilgili akademik tartışmaları hatırlattı. Bu aczin ortaya çıkmasında hükûmetin ve emrindeki kamu kuruluşlarının gerek psikolojik olarak, gerekse maddî ve teknik donanım bakımından böyle bir felâkete hazırlıksız ve tedbirsiz olmalarının hatırı sayılır bir payı var. Üstelik, Türkiye’nin jeolojik yapısı itibariyle iki büyük ‘’deprem kuşağı’’nın üstünde yer aldığının -başka bir deyişle, Türkiye’nin bir ‘’deprem ülkesi’’ olduğunun- bilinmesine ve daha önce de büyüklü-küçüklü pek çok deprem yaşanmış olmasına rağmen…
Kanaatimce, devletin bu felâketle baş etmedeki genel başarısızlığının arkasında, önemli ölçüde, AKP-MHP iktidarının aşağı yukarı son on yıldır kamu bürokrasisinde yaptığı ideolojik tasfiyenin ardından devlet kadrolarını ehliyet ve liyakatleri kuşkulu partizan elemanlarla doldurması yatmaktadır. Türkiye’nin toplumsal talep ve ihtiyaçların karşılanması söz konusu olduğunda tatminkâr bir devlet kapasitesine sahip olmadığı öteden beri zaten bilinmektedir ama neredeyse müflis devlet (‘’failed state’’) manzarası gösterecek kadar düşük bir devlet kapasitesiyle karşılaşmamız önemli ölçüde AKP-MHP’nin siyasî ve idarî kadrolarının eseri olsa gerektir.
Yine de, AKP-MHP’nin bu meseledeki zaafı ve kusurları bize devletle ilgili temel gerçeği unutturmasın: Türkiye Cumhuriyeti en yüksek ‘’devlet kapasitesi’’ne vatandaşlara cebir uygulamak ve onlara ‘’Devlet’’ karşısında ne kadar çaresiz olduklarını hatırlatmak söz konusu olduğunda sahiptir.