Çeyrek yüzyıl önce kaleme aldığım “Alternatif Fobiler: Din ve Demokrasi” başlıklı yazıyı şöyle bitirmiştim:
“Sonuç olarak, Türkiye’de demokrasinin en temel açmazı, yukarıda işaret edilen iki-yönlü kıskaçtan bir türlü kurtulamamasıdır. Bir yandan laikçi Kemalistlerin din ve demokrasi fobisi, öbür yandan da çatışmacı İslamcıların demokrasi fobisi Türkiye’deki demokrasi çabalarını zora koşmaktadır. Çözüm, bu gruplar da dahil olmak üzere herkesin, aynı ülkede yaşamaya devam etmekte kararlıysalar ve kendilerinden farklı olanları yok etmeyi düşünmüyor iseler, bunun ancak barışçı bir beraberlik formu –yani özgürlükler demokrasisi- içinde mümkün olduğunu ciddi olarak idrak etmelerinden geçiyor.”
O yazıda sözünü ettiğim ikilinin ‘’Kemalist’’ tarafının anti-demokratik sicili daha o tarihlerde zaten belliydi. Ama o tarih itibariyle, yani 1990’ların ortalarında ‘’İslamcı’’ kesimin ‘’demokrasiyle imtihanı’’ henüz yeni başlamıştı. Yine de, her iki kesime ilişkin o zamana kadarki gözlem ve değerlendirmelerim beni Türkiye’nin demokrasi şansının bu iki grup tarafından kıskaca alınmış olduğu sonucuna götürmeye yetmişti.
Teorisi ve pratiği ile Kemalizmin Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünde neden büyük bir engel teşkil ettiğini şimdiye kadar çeşitli yazılarımda ele aldığım için, bunu yeniden uzun uzadıya açıklamaya gerek duymuyorum. Kısaca hatırlatmam gerekirse: Türkiye’de Cumhuriyetin ilk yıllarında başlayıp bilâhare ‘’çok-partili demokrasi’’ görüntüsü altında aşağı yukarı on yıl öncesine kadar devam eden vesayetçi rejim, Osmanlıdan tevarüs edilen ‘’hikmet-i hükümet’’ düşüncesinin seküler milliyetçilikle harmanlanmasından oluşan modernist bir ideoloji olarak Kemalizmin ürünüdür. Bu ideolojinin demokrasiyle uyuşamaması, esas olarak, onun bir yandan devletin bekâsı kaygısını toplumun iyilik ve esenliğinin –ve dolayısıyla hak, hukuk ve adaletin- önüne geçirmesine yol açmasından, bir yandan da arkasındaki türdeş ulus anlayışı nedeniyle farklılık ve çeşitliliğe karşı olmasından ileri gelmektedir. Bu arada, seküler-modernleşmeci önyargıları yüzünden dinin kamu hayatına sızması ihtimalinden duydukları korku Kemalistleri militan-lâikçi bir konuma sürüklüyordu. Bunun pratik sonucu da dindar halk kesimlerinin sadece siyasal hayattan değil, daha genel olarak kamusal alandan da dışlanmaları olmuştur.
Öte yandan, Türkiye’nin kendi İslâmcı fikrî-siyasî geleneğinden çok daha fazla 60’lı-70’li yılların ‘’anti-emperyalist’’ Üçüncü Dünya İslamcılığından etkilenmiş olan İslamcılarımızın da demokrasi, özgürlük ve insan hakları gibi ‘’Batılı’’ değer ve ideallerle başları hoş değildi. İslâmcı hareket, Türkiye’nin çok-partili hayata geçmesinin siyasî katılımı artırmak bakımından ‘’demokratikleşme’’ye yaptığı nispî katkı yanında, dindarları da özgürleştirmeye başladığı gerçeğini hiç takdir edememiştir. Bu arada, Türkiye’nin özgürleşme ve demokratikleşme çabası bakımından bir şanssızlığı, bu ideolojik İslamcılığın dindarlar arasında zaten zayıf olan ‘’sivil’’ anlayışı geri plana itmeyi başararak baskın İslâm yorumu konumuna yükselmesi olmuştur.
Zamanla söylem düzeyinde olduğu kadar siyasî pratikte de ideolojik İslamcılık dindar kitlelerin önderliğini ele geçirmeyi başardı. İkibinli yılların ortasından itibaren artık bütün dindarların siyasetteki rakipsiz temsilcisi haline gelen AKP geleneksel dinî anlayıştan tamamen kopmamış olmasına ve son yıllarda milliyetçi bir retoriğe saplanmış olmasına rağmen, güttüğü dinî öncelik ve hassasiyetlerin baştanbaşa kamu hayatını kontrol etmesini sağlamaya dönük siyasetle onu İslamcı bir parti kimliğine büründürmüştür. Ayrıca, rant dağıtımını politikasının merkezine yerleştirmiş olması da AKP’ye İslâmcı kimlik atfedilmesiyle bağdaşmıyor görünebilirse de; kanaatimce bu durum, partinin rant siyasetini sadece iktidarının devamını garanti etmenin değil, aynı zamanda bütün ülkede gelir ve zenginliğin yeniden dağıtımı yoluyla toplumu İslâmileştirme stratejisinin bir aracı olarak da kullanmasıyla açıklanabilir.
Evet, Türkiye’nin özgürleşme ve demokratikleşme çabasını kıskaca alma işinde Kemalistlerle İslamcıların ortak olduklarına ilişkin teşhisim bugün itibariyle doğrulanmış görünmektedir. Oysa dindarlar ve hatta İslâmcılar, yaşadıkları ‘’28 Şubat’’ tecrübesindem de ders çıkararak, siyasî sistemin demokratikleşmesinin dindarların da yararına olduğunu pekalâ anlayabilir ve 90’ların ortalarından itibaren yeniden yakaladıkları çoğulcu-demokrasiyle uyum fırsatını iyi kullanabilirlerdi. Ama ne yazık ki, bu hareketin sadece siyasetteki temsilcileri değil ‘’aydınları’’ da ‘’demokrasi imtihanı’’nda başarısız oldular.
Öyleyse, Türkiye’nin özgürleşmesi idealini benimseyenlerin bugün karşı karşıya oldukları büyük mesele, bu ‘’düşman kardeşler’’in içine sürükledikleri çıkmazdan ülkeyi kurtaracak sahici bir alternatifi, programı ve aktörleriyle, üretmenin bir yolunu bulmaktır.
(Diyalog, 24 Mayıs 2020)