Zaman zaman “Niye bizim de bir kanunumuz yok?” diye şikayet eden insanlar görür veya duyarsınız. Hatta kimileri “bizim de bir kanunumuz olsun”u ana davaları haline getirir ve böylece ömürlerini kendi hayat alanla¬rını devletin düzenlemesi için çalışmakla geçirirler. Bürokratlar da sıkça buna paralel bir iddiayla ortaya atılırlar: “Bu alanın kanunla düzenlenmesi lazım.”
Bürokratların –devletin- bu konudaki tutumunda şaşılacak bir şey yok, ben asıl “sivil toplum”a şaşıyorum. Çünkü, bir kere tesis edildi mi tabiatı icabı genişleme-yayılma istidadında olan devlet, tabiatıyla, sürekli olarak daha fazla sivil hayat alanını işgal etme arayışı içinde olacaktır. Dolayısıyla, bu devletçi zihniyetin faal temsilcileri –icracıları- olan bürokratların başlıca meşgalesinin yeni kanun taslakları hazırlamak yoluyla devletçe düzenlenen alanı genişletmek, bunun için kamu oyu oluşturmak ve politikacıları buna ikna etmek olması da gayet doğaldır. Düşünülebilecek diğer nedenler bir yana, devlet genişledikçe bürokrasi nüfuzunu artırır e böylelikle iktidar tut¬kusunu tatmin eder.
Oysa, sivil toplum için durum hiç de böyle değildir; esasen, bürokrasiyi hoş¬nut eden şeylerden toplum prensip olarak kuşku duymalıdır. Besbelli ki, her yeni devlet düzenlemesi toplum için daha fazla özgürlük kaybı demektir; toplumun kendi hayat alanından bir parça daha kaybetmesi ve gitgide kö¬şeye sıkışması demektir. Çünkü, her kanun daha önce düzenlenmiş olmayan bir sivil etkinlikler alanını daha devletin uygun gördüğü cebri kurallara bağlamakla sonuçlanır. Bu pratikte gönüllülüğün azalması, buna karşılık cebir kullanımının yaygınlaşması anlamına gelir. Bir etkinlik alanı kanunla düzenlendiği ölçüde, orada sivil ve gönüllülüğe dayanan inisiyatifler geçerli olmaktan çıkar, o alan devletin kontrolüne girer.
Çoğu insan devlet düzenlemesinin özünde kötü bir şey olduğunun ne yazık ki farkında değildir. Sanıyorum ki, bu kavrayış eksikliği iki temel gerçeğin zi¬hin dünyamızda karşılığı olmamasından ileri gelmektedir. Birincisi özgürlük karinesine aşina olmayışımızdır. Özgürlük karinesi, aksine geçerli bir durum olmadıkça, birey bakımından özgürlüğün ahlâki-hukukî anlamda temel ve birincil ilke olması demektir. Başka bir ifadeyle, özgürlük esas, düzenleme istisnadır. Ne yazık ki, bireylerin ve toplumun devletle ilişkisine ilişkin an¬layışımızda “özgürlük karinesi” yer etmiş olmadığı için, insanlar kendi hayat alanlarının otorite yoluyla düzenlenmesini özgürlüğe aykırı bulmuyor, ak¬sine bunu doğal durum sanıyorlar. Daha temelde bu, devleti arızi bir toplumsal yapım, bir konvansiyon olarak değil de toplumsal var oluşun zo¬runlu veya en azından temel ilkesi olarak görmekle ilgilidir.
Kanun fetişizminin ikinci bir nedeni, düzenle organizasyonu, düzenleme ile kurallılığı aynı saymamızdır. Bu pozitivist-rasyonalist yanılgı yüzündendir ki, insanlar “düzen”in zorunlu olarak pozitif kuralların yarattığı bir şey olduğunu, dolayısıyla devletçe düzenlenmiş olmayan bir alanda düzensizlik ve kuralsızlığın kaçınılmaz olduğunu sanmaktadırlar. Düzen denince aklımıza ilk gelenin hiyerarşize edilmiş ilişkiler ağı olması, buna karşılık toplumun kendiliğinden bir düzeninin olabileceğini akıl edemememiz ne gariptir! Emir-komuta ilişkisine değil de, gönüllülüğe dayanan, insanların eylemleri¬nin sonuçlarının “doğal” ahenginden doğan bir düzen olabileceği fikri bize ne kadar da yabancıdır!
Bunun gibi, biz “kural”ı da siyasi otoriteden bağısız olarak düşünmeye hiç yatkın değiliz. Hep sanırız ki, “kural” demek kanun, tüzük, yönetmelik de¬mektir. Oysa, bunlar öznesi devlet olan resmi kurallardır; ama sivil toplum ve sivil alandan söz etmek öznesi “toplum” olan kurallı bir alanın var olabile¬ceğini kabul etmek demektir. Bu konuda insanları genellikle yanılgıya düşü¬ren, kuralın mutlaka yazılı, en azından yazılı bir formüle bağlanabilir bir şey olduğunu varsaymamızdır; oysa, belirli bir ifadeye kavuşturmakta zorlandı¬ğımız, ama insanlar arası ilişkileri fiilen düzenleyen –resmi olmayan- ku¬rallar da vardır. Bundan dolayı, bir alanı devletin düzenlememiş olması, zo¬runlu olarak, orada kuralsızlığın egemen olduğu anlamına gelmez. Yani, devlet düzenlemesinin olmaması anomi demek değildir, bu olsa olsa kısmi bir a-narşi durumu olarak tanımlanabilir. Anomiyi onaylamamakta haklı olabiliriz, ama güç ilişkisinin olmaması anlamında anarşi doğası icabı “kötü” bir şey değildir.
Kısaca, habire yeni kanunlar, tüzükler, yönetmelikler çıkarılması devlet için iyidir, toplum için değil. Sahici bir demokrasi bu gerilimi belki azaltabilir, ama büsbütün ortadan kaldıramaz.
Mustafa Erdoğan, 2004