Cumhuriyet kavramının farklı anlamları ve çağrışımları var. Hukuk dilinde cumhuriyet genellikle monarşik olmayan “devlet biçimi”ni ifade ediyor. Bunun da pratik sonucu, devlet başkanlığı makamının bir hanedana veya aileye özgü olmayıp, bütün yurttaşlara açık olmasıdır. Cumhuriyet “devlet başkanının seçimle geldiği devlet biçimidir” derken anlatılmak istenen budur.
Bu anlamda cumhuriyetle demokrasi arasında zorunlu bir ilişki yoktur. Nitekim, dünya üzerinde demokratik olmayan pek çok cumhuriyet var. Buna karşılık, cumhuriyeti daha kapsayıcı bir şekilde anlamak ta mümkün. Bu durumda cumhuriyet sadece devlet başkanlığı makamının değil, bütün kamusal makam ve mevkilerin herkese, bütün yurttaşlara açık olduğu rejim demektir. Bu da ancak temsilî bir rejimde gerçekleşebilir. Böyle bakıldığında, bir cumhuriyetin doğal gelişiminin demokrasi yönünde olması gerektiği söylenebilir.
Başka bir anlamda cumhuriyeti belli bir sosyal-siyasal felsefenin adıdır. Bu anlamda cumhuriyet “kamusal olan” veya “kamuya ait olan” şey demektir. Nitekim “cumhuriyet” (republic, republique) kelimesinin res publica şeklindeki Roma Cumhuriyeti’ne dayanan ve ‘’ortak olan, kamuya ait olan şey’’ anlamına gelen kökeni böyle anlaşılmaya daha uygundur. Türkçe cumhuriyet kelimesi bakımından da durum buna benzetilebilir: Cumhuriyet “cumhura ait olan” veya “cumhura açık olan” demektir. O zaman da cumhurî rejim veya cumhuriyet “yurttaşlar toplumunun medenî-siyasî birliği” olarak anlaşılmak gerekir.
Mamafih, “cumhuriyetçi felsefe”nin meseleyi daha karmaşık hale getiren yanları da var. Günümüz siyasî felsefesi “kamusal”ın kapsayıcılığını (inclusion) öne çıkarması dolayısıyla cumhuriyeti demokratik olarak okumayı teşvik etse de, aynı felsefenin yurttaşlıkla erdem arasında kurduğu ilişki bu okuma tarzıyla bağdaşması zor sonuçlar da üretmektedir. Evet, Cumhuriyetçi felsefenin kapsayıcı ve eşit yurttaşlığı ile onun aynı zamanda yurttaşlığı belli bir erdem anlayışıyla tanımlaması arasında bir gerilim vardır.
Çünkü Cumhuriyetçi “yurttaşlık erdemi” kamusal iyiliğe veya ortak yararın üstün tutulmasına, başka bir deyişle kamusal yararın bireysel yarara tercih edilmesine dayanır. ‘’Cumhuriyet fazilettir’’ dendiğinde kastedilen de esas olarak budur; yani, cumhuriyet kendisini kamunun iyiliğine adamış olan erdemli yurttaşların siyasî birliğidir. Başka bir deyişle, bu anlayışta ortak yarar bireysel çıkarlardan türetilmiş olması anlamında sahici ortak yararla, yani herkesin paylaştığı yarar veya çıkarla zorunlu olarak aynı şey değildir. Cumhuriyetçi ortak yarar bireysel varoluşlardan, bireylerin çıkarlarından ve dünya görüşlerinden bağımsız olarak tasarlanan soyut kimliğin, duruma göre ‘’halkın’’ veya ‘’milletin’’ kendisinin çıkarıdır.
Bu anlamda cumhuriyetçi erdeme bağlılığı dolayısıyladır ki, bir cumhuriyet için yurttaşların eğitimi ve dolayısıyla “okul” son derece önemlidir. Cumhuriyetin “okulu”nun ana amacı “erdemli”, cumhuriyetçi yurttaşlar yetiştirmektir. Öğrenci okulda anlamlı ve erdemli bir hayatın cumhuriyete (dolayısıyla devlete) adanmayla başladığını öğrenir. Bununla tutarlı olarak, bir cumhuriyet “haklar”dan çok “ödevler”e dayanır. Bu demektir ki, bireylerin doğuştan sahip oldukları vazgeçilmez hakları değil, kişilerin kamusal sürecin ürünü olan, şarta bağlı yurttaşlık hakları vardır. Esasen, birey ve bireysellik bir cumhuriyetin anahtar kavramları arasında yer almaz.
Böyle bir tasavvurun, bireylerin “doğal haklar”ını yurttaşlığın önüne geçiren ve toplumun çoğulculuğunu tanıyan “liberal” demokrasi anlayışıyla gerilim içinde olması anlaşılabilir bir durumdur. Ayrıca, peşinde olduğu “fazilet”in rejimin kapsayıcılığını daraltacak şekilde yorumlanması ölçüsünde, cumhuriyetin “demokrasi”yle ilişkisinin de problemli olacağı açıktır.
İşte bizim “Cumhuriyet”imizin sorunu tam da bu noktada kendisini gösteriyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin liberal-demokratik tasavvurla başının hoş olmamasının ana nedeni, öngördüğü “yurttaş” profilinin bir demokrasinin kabul edemeyeceği kadar dışlayıcı, “kamusal”a ilişkin tasavvurunun fazla devlet-merkezli ve tek-tip “erdem”inin de çoğulculukla bağdaşmaz olmasıdır. Başka bir deyişle, Türkiye’nin Cumhuriyeti kendi erdem ve erdemlilik anlayışını başlı başına bir ideoloji olarak kurgulamıştır. “Kuruluş felsefesi” veya “lâik Cumhuriyet” gibi bildik kalıp-sözler bu ideolojinin sembolik anlatımlarıdır. Bazı yurttaşların “ikinci sınıf” sayılmasını, buna karşılık bazı yurttaşların kendilerini “Beyaz Türkler” olarak görmesini mümkün kılan da işte budur.
Sonuç olarak, “Türkiye Cumhuriyeti”nin demokratikleşebilmesi, yani liberal bir demokrasi haline gelebilmesi, en başta yurttaşlar arasındaki bu ve benzeri ayrımları temelsiz hale getirecek ve bütün yurttaşları “doğal haklar”ıyla birlikte ve eşit olarak tanıyacak şekilde, cumhuriyetçi erdemi Kemalizmle özdeşleştirmekten vazgeçmesine bağlıdır. Ne var ki, bugün Türkiye’de bunun tam tersi olmakta, yani Cumhuriyet ideoloji ve hayat tarzı çoğulculuğunu ve kültürel çeşitliliği tanımak şöyle dursun, tam tersine -bugün İslamcılığın ve muhafazakârlığın başına geldiği gibi- her ideolojik eğilimi kendi ideolojisine, Kemalizme benzetmekte, onun içinde eritmektedir.