Bu yazıda, Harran Üniverstesi rektörünün bugünlerde gündemde olan malum sözünü siyaset teorisi ve modern hukuk anlayışı açısından irdelemek istiyorum: ‘’Cumhurbaşkanımıza itaat farz-ı ayndır.’’
Ehlince malum olduğu üzere, siyaset ve hukuk felsefesinde yüzyıllardır tartışılmakta olan, görünüşe göre buradaki problematiğe benzeyen bir sorun vardır, ‘’siyasî itaat yükümlülüğü’’ sorunu. Düşünürler bu sorun bağlamında kısaca şu soruya cevap ararlar: Devlete ve bu arada hukuka itaat yurttaşlar için genel bir yükümlülük müdür? Eğer böyle bir yükümlülük varsa, bunun temeli nedir?
Siyasî itaat yükümlülüğü başlı başına ele alınması ve derinlemesine tartışılması gereken gerçekten çetin bir sorundur. Onun için, burada daha önce başka bir vesileyle gözden geçirdiğim bu sorunu tartışmayacağım. Benim bu yazıda yapmak istediğim, devlete ve hukuka itaat ile ‘’cumhurbaşkanına itaat’’ sorunlarının mahiyetleri itibariyle birbirinden tamamen farklı olduğuna ve bu farklılığı idrakten âciz bir zihniyetin ‘’yeni Türkiye’’ için ne anlam ifade ettiğine işaret etmekten ibaret. Tamamen iki ayrı dünyanın, iki ayrı zihniyetin yansımalarıdır bunlar.
Önce ‘’cumhurbaşkanımıza itaat farz-ı ayndır’’ diyen zihniyetin arka planına bir göz atalım. Kökeni itibariyle bu söz aslında İslam Ortaçağının düşünce dünyasına aittir, daha özel olarak o dünyanın siyasetine hâkim olan ‘’siyaset ve imamet’’ doktrininden günümüze miras kalmıştır. Geleneksel İslâmî siyaset doktrininin Müslümanlara nihaî pratik tavsiyesi bir cümleyle özetlenebilir: ‘’Anarşiden kaçınmak için, dinden çıkmadığı sürece zâlim ve fâsık bile olsa İmama itaat etmek her mü’min için farzdır.’’ Bu tavsiye-buyruğun temelinin ‘’sahih İslâm’’ mı olduğu, yoksa bunun ‘’ekser ulemâ’’nın bir yorumundan mı ibaret olduğu hakkında otoriteli bir yargıda bulunmak bu satırların yazarının işi değildir. Ama zaten benim burada vurgulamak istediğim nokta bakımından bu ikincil önemde bir konudur.
Benim vurgulamak istediğim şudur: Ortaçağ İslâm siyaset doktrinin temel fikri veya ilgisi kurumsal değil, kişiseldir; yani siyasî örgütlenmenin kurumsal yapısıyla, izleyeceği amaçlar ve dayanacağı ilkelerle olmaktan çok, baş yöneticinin kimliği ve vasıflarıyla ilgilidir. Bu bakış açısı siyasî sistemde baş yöneticiye ve ona tâbi olan diğer yöneticilere kişisel sadakati öne çıkarır, hatta bunu neredeyse hayat-memat meselesi haline getirir. Bunu söylerken İslâm tarihindeki kişiselci siyaset pratiğinin bütün sorumluluğunun din bilginlerine ait olduğunu ima etmek istemiyorum, bu durum elbette aynı zamanda zamanın Arap halklarının sosyolojik ve kültürel yapısıyla da ilgilidir. Anlatmak istediğim, İslam siyaset doktrininin bu kültürel arka planla uyumlu olduğudur.
Kişiselci siyaset anlayışının Avrupa’da modern devletin oluşmasını hazırlayan gelişmelerde de bir karşılığı vardır. Nitekim, Avrupa’da 15. ve 16. yüzyıllarda modern devletin ortaya çıkması, başka etkenler yanında, devletle hükümdarın ayrışmasının, devletin kralın kişiliğinden ayrı bir varlığı olduğunun kabul edilmesinin bir ürünüdür. Devlet artık monarkın mülkü, patrimuanı veya hânesi değil, onun kişiliğinden bağımsız bir kurumsal-hukukî kişiliktir. İslâm dünyasında ise bu bakımdan halâ pre-modern siyaset anlayış ve uygulaması baskın konumdadır. Başka bir deyişle, siyaset anlayış ve pratiği bakımından İslâm dünyası halâ esas olarak Ortaçağda yaşamaktadır.
Max Weber karizmatik ve geleneksel anlayışlardan farklı olarak, modern siyaset ve idare anlayışının ayırt edici özelliklerinden birinin, onun akılcı-hukukî otorite anlayışına dayanması olduğunu belirtir. Bu anlamda modern yönetim akılcı bir şekilde belirlenmiş genel kurallar çerçevesinde işler; devlet işlerini yürüten görevliler de yönetici veya yöneticilerin ‘’adamları’’, gözdeleri, sâdık bendeleri veya hizmetkârları değildirler. Başka bir anlatımla, devlette çalışanlar işgal ettikleri makam ve mevkileri baş yöneticiye veya diğer üst düzey yöneticilere sadakatlerinin bir ödülü olarak sahip olan özel ve ayrıcalıklı kişiler değil, genel kurallarla belirlenmiş ehliyet ve liyakat ölçülerine göre bu görevlere gelmiş ve görevlerini de yine genel kurallarla önceden belli edilmiş statüler çerçevesinde yerine getiren ‘’kamu görevlileri’’dirler. Kısaca, Ortaçağ İslâm siyaset doktriniyle tutarlı olarak İslâm dünyası bu bakımdan da büyük ölçüde modernlik öncesini yaşamaktadır.
Şimdi mesele şu: Sanıyorduk ki, diğer Müslüman halkların çoğundan farklı olarak Türkiye bu anlayışı terk ederek modern devlet ve siyaset anlayışına geçmiştir. Oysa, bu Ortaçağ anlayışından bilinçli bir kopma yaşayan modern ve laik Türkiye Cumhuriyeti’nde bir devlet üniversitesi rektörü, bu pre-modern anlayışa uygun olarak, kendisini ‘’kamu görevlisi’’ olmaktan ziyade Cumhurbaşkanının sâdık bir bendesi olarak gördüğü ve herkesi de öyle görmeyi arzu ettiği anlamına gelebilecek şekilde konuşmakta bir beis görmemektedir. Bu rektör keza yine aynı zihniyetin bir yansıması olarak, tam da Cumhuriyetin ilânının yıldönümünde Türkiye Cumhuriyeti’ni (devleti) cumhurbaşkanının şahsıyla özdeşleştirmektedir. Bütün bunları ifade etmek için dinî bir terminoloji kullanmasından da, sayın rektörün klasik İslam siyaset doktrinine bağlı olduğunu anlıyoruz.
Peki siyasete ve devlete yönelik bu bakış açısı sözkonusu rektörün şahsıyla mı sınırlıdır dersiniz?… Keşke öyle olsa, ama değil. Harran Üniversitesi rektörü aslında AKP’nin ‘’Yeni Türkiye’’sinin arkasında yatan zihniyeti dile getiriyor. Son altı-yedi yılda yaşadığımız toplumsal ve siyasal tecrübe bunu açıkça göstermektedir. Onun için, rektörün hakkını teslim edelim: Bunu ağzından kaçıran ne ilk ve tek kişidir o, ne de bu gidişle son kişi olacaktır. Rektör açık açık söylemiş, ama bu zihniyeti daha mahcup bir şekilde dile getiren daha yetkili kişiler de oldu.
Bu arada, Cumhurbaşkanının partisinin TBMM grup başkanı Naci Bostancı bu konuda bir açıklama yaparak şöyle demiş: ‘’Harran Üniversitesi rektörünün Cumhurbaşkanımızla ilgili sözlerinin […] Cumhurbaşkanımızın siyasal anlayışıyla […]
hiçbir ilgisi yoktur.” Bana sorarsanız, bu açıklamanın doğruluğuna inanmak için insanın ancak AKP’de siyaset yapıyor olması gerekir.