1. Giriş

Hükümetin yüksek öğretimin hukuki zeminini değiştirme girişimi dolayısıyla, bir süredir bu konuyu tartışıyor, daha doğrusu tartışır gibi yapıyoruz. Başlangıçta ben bu meselede epeyce ümitliydim, bu girişimin Türkiye’nin yükseköğretim sistemini halihazırdakinden daha makul ve medeni bir topluma yakışır bir duruma getirebileceğini düşünüyordum. Hükümetin bir önceki Milli Eğitim Bakanı bu konuda gayet yerinde, üstelik cesaret isteyen bir girişimde bulunmuş ve üniversite sistemimizin kısmen ilkeler, ama daha ziyade kurumsal yapılanma düzeyinde yeniden ele alınması meselesini tartışmaya açmıştı. Bunun “hayırlı” bir girişim olduğu şuradan da bellidir ki akademik özgürlüğü ve özerk üniversite idealini önemseyen herkes kurulduğundan beri YÖK sisteminden şikayetçidir. Merkeziyetçi yapısı ve ona hakim olan komutacı zihniyeti göz önüne alındığında, bu baştan beri haklı bir şikayetti. Bu girişim ayrıca cesaret gerektiriyordu; çünkü statükoyla böylesine özdeş  hale gelmiş, “Devletin mahfuz alanı”na dahil ve her nasılsa parlamentoya bile meydan okuyabilen (akademik özgürlüğü savunmak konusunda değil tabii) bir kurumu reforme etmeyi gündeme getirmek gerçekten cesaret isteyen bir işti.

Ne var ki, daha sonraki gelişmeler umulduğu gibi olmadı. Çünkü, hükümetin bu konudaki çalışmalarının bugün ulaştığı aşama meselenin esasıyla, maalesef, pek ilgili görünmemektedir. Denebilir ki, Türkiye’nin yükseköğretim sistemini ıslah etme amacıyla başlayan girişim zaman içinde bu amaçtan uzaklaşmış ve mevcut YÖK oligarşisini tasfiye etme yolundaki bir gayretten ibaret hale dönüşmüştür. Esasen, son gelişmelere bakılırsa, hükümet bunu bile tam olarak  yapabilecek gibi görünmüyor. Her ne hal ise, yürürlükteki yasal düzenlemeyi taklit eden ve ondan da daha merkeziyetçi bir yükseköğretim düzeni öngören bu taslak yasalaşırsa, belki sadece yükseköğretim düzeninin patronları değişecek, ama asıl problem çözülmeden kalacaktır. Milli Eğitim Bakanı’nın iyi niyetine meselenin köküne inme dirayeti ve cesareti eşlik edemeyecek gibi görünüyor.

2. Eğitim Sorunu

Yükseköğretimin de bir parçasını oluşturduğu eğitim sisteminin Türkiye’nin en büyük ve karmaşık sorunlarından biri olduğuna şüphe yok. Bu sorunun büyükçe bir kısmı, diğer bütün kamu hizmetleri gibi, eğitim sistemimizin de bürokratik zihniyetin tasallutu altında olmasından kaynaklanıyor. Başka nedenler yanında, eğitimde devletçi zihniyetin hakim olmasının bu problemin temelinde yattığını görmezlikten gelemeyiz. Ve ne yazık ki, bu devletçi modelin şu veya bu ölçüde etkisi altında olduğumuz için, toplum olarak bu konuyu enine boyuna tartışamıyoruz. Bu eksik kalan tartışma gündeminin baş sırasında ise eğitimin toplum ve kamu hayatındaki yeri, başka bir ifadeyle eğitimden ne beklediğimiz meselesi gelmektedir. 

Günümüz dünyasında eğitim sisteminin temelini kamu okulları sistemi oluşturmaktadır. Biz “modernler”e her ne kadar “işlerin olağan tarzı” gibi görünüyorsa da, bu sistem aslında insanlık tarihinde oldukça yeni bir fenomendir. Eğitim-öğretim faaliyetinin genel ve zorunlu bir devlet fonksiyonu olarak ortaya çıkması, kendi mahiyetinin zorunlu kıldığı bir “gelişme değildir. Kamu okulları sistemi esas itibariyle modern ulus devletin ideolojik bir aygıtıdır. İnsanlık tarihinin daha önceki dönemlerinde eğitim devletin bir fonksiyonu olarak görülmüyor ve esas itibariyle aileler, hayır kurumları ve dini organizasyonlar tarafından yerine getiriliyordu. Modern devletin eğitimi kendi tekeline alıp merkezîleştirmesinin amacı tamamen ideolojiktir; büyük ölçüde, milli devletlerin, politik yollardan homojen bir “millet” yaratma veya etnik, kültürel yahut dini bakımdan heterojen olan bir halkı homojen bir kütle haline dönüştürme “ihtiyacı”nın eseridir. Kişileri kendi olmak istediklerinden ve dini, kabilevi vb. birincil sosyal kimliklerinden soyutlayıp asli ve en üstün aidiyet referansı olarak tasarlanan “ulus”ta eritmek için, elbette kendisini sadece “yurttaş” olarak gören “tip insanlar”ın yaratılmasına ihtiyaç vardı. Bu amaca en iyi hizmet edebilecek olan araç ise zorunlu eğitime dayalı devlet okulları sistemiydi. . Söz gelişi, Amerikan eğitim tarihi, bir yanıyla, Katoliklerin “Amerikanlaştırılması”nın, kendi jargonlarıyla “özgürlük ve demokrasiye alıştırılması”nın tarihidir. Son on yıllarda İslam’ın demokrasiyle bağdaşabilirliği sorununu şüpheci bir tavırla kendilerine dert edinen Amerikalı akademisyen ve entelektüeller daha önceleri de buna benzer şekilde Katolikliğin demokrasiyle uyuşabilirliğini sorguluyorlardı.

Öte yandan, devletin politik formu ne olursa olsun (“milli devlet” veya değil), eğitim-öğretimin niteliği sorunu politik ilgilerin her zaman odağında yer almıştır. En başta, yeni bir “insan tipi” yaratmak veya hakim hayat tarzını dönüştürmek isteyen, totaliterlik yanlısı siyasi elitler eğitimin “önemi”nin fazlasıyla farkında olmuşlardır. Onun için, eğer mesela açıkça “kalkınmayı desteklemek” gibi pragmatik mülahazalarla hareket etmiyorlarsa, “kamu eğitimi”ni kastederek “ille de eğitim” diye tutturanların aslında gönüllerinde veya kafalarında totaliter bir politik tasavvuru beslediklerinden şüphe etmek gerekir. Çünkü, genel ve zorunlu devlet eğitimini hararetle desteklemek, “bütün çocuklar –yani, toplum- benim istediğim gibi olsun” demenin daha nazikçe bir ifadesidir. Bu ihtiras elbette politik seçkinlerle sınırlı değildir; başkalarının “yaşam tarzı”nı kafasına takmış olan kültür ve sanat adamlarını da, taraftarları arasında bilgi ve fikir dolaşımını kapalı bir grubun dar çerçevesine hapseden fikir önderlerini de, çocukların başka dünya görüşlerini tanımalarını önlemek için yollar arayan dini önderleri de motive eden aslında aynı saiklerdir.

“Eğitim”in önemine en fazla vurgu yapanların, hangi ideolojik görüşten olursa olsunlar, insani varoluşu devlet merkezli tasavvur edenler ve herkesin kendileri gibi olmasını arzu edenler olması hiç de şaşırtıcı değildir. Çünkü, bunlar her şeyden önce “öğretim”den değil “eğitim”den yanadırlar; yani istedikleri, çocukları ve gençleri bilgilendirmek, onların düşünce ufuklarını genişletmek, onlara hayat karşısında donanımlı hale gelmelerini sağlayacak beceriler kazandırmak olmayıp, hepsini zihnen ve bedenen bir kalıba sokmaktır. Bunlar, “eğitim sistemi” derken de, aslında müfredatını, personelini ve teçhizatını tamamen devletin (başka bir ifadeyle, bürokratların) belirlediği sözde kamu okullarını kastediyorlar. “Sözde” diyorum, çünkü devlet okulu olmak kamu okulu olmakla aynı şey değildir; devlet okulları aslında “kamu”nun değil bürokratlarındır. Ama, başka konular (daha doğrusu, soyut tartışma) söz konusu olduğunda “kamu”nun devletle aynı şey olmadığını söyleme eğiliminde olanlar, sıra eğitime gelince sırf devletin –yani, memurların- kontrolünde oldukları için okulların “kamusal” olarak adlandırılmasını uygun görüyorlar. Çünkü bunlar, ister laik ister dini olsun kendi ideolojik perspektiflerinin etkisinin kendi nispeten dar çevreleriyle (ev, akraba çevresi ve belki mahalleyle) sınırlı kalmasıyla yetinemeyecek kadar totaliteryen tutkulara sahiptirler; onun için, bir gün devleti ele geçirebilecekleri ümidi içinde, ülkenin bütün çocuklarına kendi ideolojilerinin aşılanmasını arzu ediyorlar.

Bu zihniyet devletin halihazırdaki yaklaşımıyla da uyuşmaktadır. Türkiye’nin carî eğitim sistemi, baştanbaşa ideolojik, devletçi, kollektivist ve merkeziyetçidir. Gariptir, Türkiye’deki ideolojik statükoya görünüşte muhalif olan kimileri eğitimdeki –ve tabii, bununla tutarlı olarak, hemen hemen her konudaki- devletçi yaklaşımlarıyla aslında bu bürokratik tahakküm rejimiyle aynı ortak paydada birleşmektedirler. Çünkü, “devlet, eğitim yoluyla değerlerimizi belirlesin, çocuklarımızı endoktrine etsin ve ‘özel’ olana (aslında böylelikle sivil olana da) aman göz açtırmasın!” dedikten sonra, sizin halihazırda devlete egemen olandan farklı bir ideolojiyi benimsemis olmanızın hiç bir önemi yoktur. Bizim, eğer olacaksa, kamu eğitimde “iyi” ideolojilere değil, ideolojisizliğe ihtiyacımız var. İhtiyacımız olan çocuklarımızın sizin veya bir başkasının “hayırhah” ideolojisine göre “terbiye edilmesi” olmayıp; eğitimi şu veya bu ideolojinin tasallutundan kurtarmaktır.

Bir de kendimize şunu sormalıyız: Hadi diyelim ki, üzerinde demokratik yoldan mutabık kaldığımız kamu okullarının, özel okullarla (cemaat okulları, kilise okulları, ticari okullar, mahalli okullar vb.) birlikte, sistemin önemli bir parçasını oluşturmasına karar verdik; ama neden bu okullarda öğretim değil de “eğitim” yapılmasında ısrarlıyız? Tabii, bu soruyu sorarken, “ulus devlet misyonerleri” ile birlikte yukarıda işaret ettiğim ideolojik grupların bu konudaki ısrarlarının gayet tutarlı olduğunu unutuyor değilim. Ama daha özgür, daha yaratıcı ve daha insani bir toplum için, çocuklarımızı hem ideolojik hem de davranışsal olarak standart bir kalıba sokmaya ayarlanmış eğitim yerine, “öğretim” gibi daha mütevazi bir hedefte mutabık olmamız gerekmez mi? Niçin çocuklarımıza dünya hakkında mümkün olduğunca tarafsız bilgi vermek ve onları hayatla daha kolay başa çıkmalarını sağlayacak yeteneklerle donatmakla yetinmeyip, şu veya bu inancı, ideolojiyi, politik tutumu onlara aşılamaya çalışalım ki? Eğer ideolojik yönlendirme doğruysa, o zaman kimin inancı veya ideolojisi esas alınacak? Çoğunluğunki mi, memurlarınki mi, “ilahî hakikatler” mi, yoksa daha “ileri” olan dünya görüşü mü?…

Türkiye’deki devletçi eğitim sisteminin başka sakıncaları da var. Bu model, alternatiflerin önünü kapatmak suretiyle, ailelerin ve gençlerin tercih imkânlarını da ortadan kaldırmaktadır. Sözde özel okulların da müfredatı ailelerle birlikte serbestçe belirleme hukukî imkânı bulunmadığından, Türkiye’deki herkes standardını devlet memurlarının belirlediği bir ideolojik ve davranışsal “tektipleştirme mekanizmasından” geçmek zorundadır. Ve memurlar bunu adeta ilahi bir misyon duygusuyla yaptıkları için, ana-babalar olarak bizim buna rızamız olup olmadığını düşünmeyi aklılarına bile getirmiyorlar. Ayrıca, bu sistem kişilik aşındırıcı, farklılığı anormallik gibi gören ve köleleştirici yapısıyla tam bir felâket olduğu gibi, finansman yöntemi bakımından da hem yetersiz hem de kamuya zararlıdır.

Ben şahsen devlet okullarının (belki de okulların) hiç olmamasını tercih ederdim; ama madem ki var, bunların hem ailelere seçme imkânı tanıyan rekabetçi bir ortamda var olmasını isterim, hem de oralarda neyin, ne kadar ve kimin tarafından öğretileceğine karar verenler arasında olmak isterim. Aynısını siz de istemez misiniz?…

3. Yükseköğretim, Üniversite, Bilim Adamı

Yüksek öğretim konusu her ne kadar genel eğitimden ayrı düşünülmesi gereken bir mesele ise de, onunla büsbütün ilgisiz olduğu da söylenemez. Aslında, ilk bakışta sanılabileceğinin aksine, yükseköğretim de dahil olmak üzere “eğitim-öğretim” teknik olmaktan çok politik bir meseledir. Bunun başlıca iki nedeni var. İlk olarak, bir ülkede devlet eliyle yürütülen eğitim-öğretim faaliyetinin amaçlarının belirlenmesi teknik değil, tamamen politik bir iştir. Demokratik bir ülkede eğitim-öğretimle hangi kamusal amaçların gerçekleştirilmeye çalışılacağı şüphesiz özgür bir kamusal tartışmayı takiben halkın demokratik temsilcilerince belirlenmesi gerekir. İkinci olarak, eğitim-öğretimin “tekniği”ni onun arkasındaki sosyo-politik tasavvurdan, dolayısıyla da içeriğinden ve işlevinden ayırmak mümkün değildir. Eğitim-öğretimin yöntemi izlenecek amaçlara göre önemli ölçüde değişkenlik gösterebilir. Ayrıca, daha özel olarak Türkiye’de eğitim ve üniversite meselesi etrafında oluşmuş bulunan kamplaşma, mevcut durumdan kişisel nedenlerle hoşnut olmayanları veya geleceğe dönük olarak ikbal peşinde koşanları bir yana bırakırsak, esas itibariyle tarafların politik bakışlarının birbiriyle bağdaşmazlığından kaynaklanmaktadır.

Türkiye’de yüksek öğretimle ilgili problem, onun resmi (kanunda ifadesini bulan) amaçlarının, çok garip bir şekilde, ilk ve orta öğretimin amaçlarıyla özünde aynı olduğu gerçeğinden başlamaktadır. Mesleki-teknik yüksek öğretimin üniversite düzeninden ayrılmamış olmasının sebeplerinden biri budur. Ne var ki, yüksek öğretimi, ama özellikle de üniversiteyi bu genel çerçeve içinde gören bir zihniyetin politikaya ve akademyaya hakim olduğu yerde doğru anlamda üniversitenin var olduğundan söz edemeyiz. Bir kere, bütün medeni ülkelerde üniversitelerin öğretim işlevi de vardır, ama bir üniversiteyi “üniversite” yapan onun bir eğitim-öğretim kurumu olması değil, fakat bir özgür araştırma platformu olmasıdır. Ayrıca, kanunlarla yükseköğretim için bazı genel esaslar konabilirse de, üniversitede yapılan öğretimin niteliği ve standartları üniversite dışından belirlenemez. Bilim adamları yaptıkları öğretimin içeriğinin devletin genel siyasetiyle uyumlu olmasını gözetmek zorunda değildirler. Çünkü, onlar öğrencilere “bilimsel bilgi”yi aktarmak durumundadırlar ve bu bilginin de doğruluk veya uygunluk standardı şüphesiz iktidar sahiplerinin ihtiyaç ve beklentileri olamaz.

Doğru anlamda üniversite evrensel doğruların arandığı, hasbi bilgi ve hakikat arayışının, hür tefekkürün egemen olduğu yerdir. Doğru anlamda bilim adamı da, yaptığı işin doğruluğunun sınanma ve onay mercii olarak devleti ve politik iktidarı görmeyen ve ikbal peşinde koşmayan kimsedir. Açıktır ki, devletin akademisyenlerden resmi politikaları ve tezleri her ne pahasına olursa olsun savunmalarını beklediği ve onların da bunu doğal karşıladığı bir yerde bu işi yapmak son derece zordur. Söz gelişi, Türkiye’de çokça örneği görüldüğü gibi, “uluslararası politika” disiplinini siyasi iktidarın ve hariciye bürokrasisinin dış siyasetinin meşrulaştırıcısı haline getiren veya mesleki-akademik başarısını bu konudaki “uyumlu” tutumuyla ölçen akademik unvan sahiplerine “bilim adamı” demek bu terime yazık etmektir. Yine doğru anlamda üniversite, bugün Türkiye’de olduğu gibi yukarıdan aşağıya doğru örgütlenmiş ve yarı-askeri disiplin içinde işleyen bir kurum değildir. İdari memurlarla akademisyenlerin aynı -üstelik silahlı kuvvetlerin iç hizmet yönetmeliğine benzeyen- bir disiplin mevzuatına tabi olduğu, daha önce uygun gördüğü bir işi yapmaktan YÖK başkanının talimatıyla vazgeçebilecek kişilik yapısındaki kimselerin üniversite rektörü olabildiği, YÖK başkanının  garnizon komutanı edasıyla rektörleri azarlayabildiği, onlara akademik işler hakkında ilham, tavsiye ve destek vermek üzere bir kuvvet komutanının YÖK başkanını ve bazı rektörleri “kabul ettiği”… bir ülkede ciddi boyutlarda bir üniversiter ve akademik faaliyetin yeşermesi elbette beklenemez.  

Üniversiteler, herhangi bir fiili baskı veya baskı korkusu yahut endişesi altında olmaksızın  bilginin özgürce arandığı “özgürlük adaları”, bilginin “kurtarılmış bölgeleri”dir. Üniversitenin meslek mensubu –yani akademisyen- de görüş ve tecessüs ufku evreni (universe) kuşatan bilgi arayıcısıdır. Bilim adamının işi “evrensel” (üniversal) hakikati aramak ve gerektiğinde yüksek sesle haykırmaktır. Akademisyen bunu yaparken kendisini o an için cismani olarak konuşlanmış olduğu yeryüzü parçasının (“ülke”sinin) kültürel, entelektüel ve siyasi sınırlarıyla bağlı saymayan, kendini her halükarda evrenin (üniverse) bir mensubu olarak gören kişidir. Bundan dolayı, bilgi ve hakikat arayışını evrenden daha dar bir mekana inhisar ettiren, duygu ve düşüncesini bu sınırlı aidiyetle kayıtlayan kişi doğru anlamda bilim adamı değildir. Şüphesiz, bilim adamı da resmi-hukuki anlamda bir “yurttaş” olduğu için, onun da elbette diğer yurttaşlar gibi birtakım meşru ve makul yükümlülükleri olabilir. Ne var ki, bilim adamının bilimsel faaliyet esnasında  tanıdığı bir tek meşru otorite vardır, o da bilginin otoritesidir. Onun içindir ki iktidar sahiplerinin otoritesine göre kendine yön çizmeye çalışan “yoldan çıkmışlar”a bilim adamı denemez. Yine aynı nedenle, “resmi ideoloji memurları”ndan ve “ulusal çıkar” misyonerlerinden de bilim adamı olmaz, olmuyor da. Ne yazık ki, Türkiye’de üniversiteden ve akademisyenlerden beklenen tam da böyle bir şeydir.

Bazılarımızın aklına, akademik mesleğin alfabesi mesabesinde olan bu evrensel doğruları tekrarlamaya bile gerek olmadığı gelebilir. Ne var ki, Türkiye söz konusu olduğunda durum hiç de böyle değildir, tam tersine Türkiye’de bunları sık sık hatırlamak ve hatırlatmak kesin bir ihtiyaçtır. Çünkü, sadece iktidar (sahici iktidardan söz ediyoruz) sahiplerinin değil,  onların üniversite içindeki bilim adamı suretli uzantılarının da bu meselede aldıkları tutum, üniversite sorununa resmi bakışın bu belirtilen standartlarla hiç ilgisi olmadığını, dahası böyle bir üniversite kavramının o çevrelerce en hafifinden karabasan olarak görüldüğünü göstermektedir.

Ve bu bizim üniversiteyle ilgili en temel meselemizdir. Daha açıkçası, Türkiye’de üniversite sorununu gerçekten halletmek için, en önce, bu emir-komuta zinciri içinde çalışan misyoner üniversite anlayışından vazgeçmeliyiz. Devlet seçkinleri üniversiteleri devletin “ideolojik aygıtları” olarak görmeye devam ettikleri sürece, Türkiye’de bilim yapılması ve doğru anlamda üniversitelerin oluşması mümkün değildir.

Nitekim, halihazırdaki yapısı itibariyle, YÖK sisteminin antidemokratik ve hiyerarşik bir yapılanma olduğunda şüphe yok. Bu yapının amacı üniversiter anlamda bilimsel bilgi üretimini bağımsız ve güvenceli bir faaliyet haline getirmek olmayıp, tam tersine üniversiteleri “Devlet”in tedip ve terbiye aracı veya “ideolojik aygıtı” olarak görmek ve onlara bu anlayışla kumanda etmektir. Bu sistemin arkasındaki zihniyet üniversiteleri resmi ideolojinin şablonuna uygun insan tipi “yetiştirme yurtları” olarak görmektedir.

YÖK’ün halihazırdaki başkanı Kemal Gürüz’ün tipik bir temsilcisi olduğu hakim anlayış ve uygulamada  üniversiteler özgür araştırmanın değil, “Devlet”in ve onun ideolojisinin kurtarılmış bölgeleridir.  Bu sistemde öncelik “evrensellik”, “bilim”, “akademik özgürlük” gibi değerlerde değil; devlet, rejim, resmi ideoloji ve güvenliktedir. Nitekim Kemal Gürüz de kendisini özerk üniversite düşüncesinin temsilcisi ve sözcüsü olarak değil de devletin üniversite komiseri olarak görüyor.

4. Bazı Öneriler

Türkiye’de gerçekten “üniversite” olsun istiyorsak, her şeyden önce devlet erkanının bu zihniyeti terk etmesi gerekiyor. Bunun da somut göstergesi üniversitelerin ideolojik eğitim ocağı olmaktan çıkarılarak, hem akademisyenlerin hem de öğrencilerin bilgiyi özgürce araştırdıkları, düşünme ve sorgulama yeteneklerini geliştirdikleri özgürlük mekanları haline dönüştürülmesi olacaktır.  “İdeolojik üniversite”de ne akademik özgürlük olur ne de –dolayısıyla- fikri yenilenme veya bilim.

Öte yandan, yükseköğretimde gerçekten rekabetçi bir sisteme geçilmesi gerekir. Böyle bir sistemde sadece üniversiteler değil, akademisyenler de birbirleriyle sürekli bir yarış içinde olmalıdır. Bugünkü sistemde bir akademik personel asistan (araştırma görevlisi) olarak girdiği bir üniversiteden sonunda profesör olarak emekli olabilir. Bunun için genellikle çok çalışması da gerekmez. Yardımcı Doçentlik bir yana, akademik meslekte iş güvencesi sağlayan Doçentlik ve Profesörlük kadrolarına atanmada bile rekabet yoktur, kadrolar zaten belli kişiler için açılır. Ayrıca, hangi ünvanı taşıyor olursa olsun, çalışan ile çalışmayanın, yüksek muallimle araştırmacı akademisyenin farkı yoktur. Akademik camianın büyük kısmı bu mesleği bir tür öğretmenlik olarak algılamakta ve öğretmen gelip öğretmen olarak (ama bu sefer “Profesör” ünvanıyla) gitmektedir. Bu garip durumu, bir yandan öğretim ile araştırma faaliyetei arasında ayrım yaparak, öbür yandan da araştırmacı akademisyenler arasında rekabetçi bir piyasanın oluşmasını teşvik ederek ortadan kaldırmak mümkündür. Bu konuda belki de bir statü olarak profesörlüğü tamamen kaldırmak ve Doktorasını yapmış herkesi karine yoluyla eşit saymak en iyi yoldur. Bu, akademik personel arasında sırf kıdemden kaynaklanan haksız avantajların önüne geçilmesini gerçekten sağlayabilir.

Ayrıca, üniversiteleri devletçi paternalizmin sultasından da kurtarmalıyız. Bu da her şeyden önce, özgür araştırmadan korkmamayı ve üniversite mensuplarının kendilerini yönetebileceklerini, kendi işlerini görebileceklerini kabul etmeyi gerektiriyor. Bu nedenle, mesela özellikle akademik işleri yürütecek olanlar bakımından seçim ilkesinin ciddiye alınması ve bu arada bugünkü “rektör seçimi” adı altında oynanan müsamereye de son verilmesi gerekiyor.  Buna bağlı olarak, idari ve akademik işlerin daha belirgin bir şekilde birbirinden ayrılmasına ihtiyaç var. Ayrıca, hem öğretim üyesi olmayan öğretim elemanlarının (asistan, okutman vb.) hem de öğrencilerin üniversite yönetimine katılmasını sağlamalıyız. Sonra, her konuda, ama özellikle de akademik işlerde, ana karar birimlerinin fakülteler ve üniversiteler olması gerekiyor, merkezi-hiyerarşik organlar değil.

Başka bir önemli üniversite meselesi de, öğretim üyelerine ilişkin mevcut sicil ve disiplin anlayışıyla ilgilidir. Bir kere, akademisyen bir idare ajanı değildir ki, onun için sicil tutulması gereksin. Bilim adamları için “memur sicili” tutmak en hafifinden ayaıp bir iştir. Bir bilim adamı için tutulması gereken kayıt (sicil) sadece onun akademik performansıyla ilgili olan resmi ve açık bilgilerdir ki bu da zaten onun kariyerinin çeşitli aşamalarında elde ettiği akademik ünvanların ve yaptığı bilimsel yayınların bilgisinden başka bir şey olamaz. Öte yandan, halihazırdaki disiplin anlayışı iki bakımdan sakattır: Birincisi, akademik personelle idari personelin aynı disiplin mevzuatına tabi tutulmasıdır. Mesela, bir memur için anlamlı olabilecek “amirlerine sözle saygısızlık etmek” disiplin suçunun bilim adamlarının durumuna uymadığı çok açıktır. Çünkü, bir öğretim üyesinin dekan veya rektörle tartışma yapmasını, münakaşa etmesini zorlaştırması, hatta engellemesi ihtimali bulunan böyle bir kuralın olduğu yerde akademik özgürlük tehlike altındadır. İkinci nokta, cari disiplin mevzuatında hakim olan kışla mantığıyla ilgilidir. O kadar ki, bizim yürürlükteki disiplin yönetmeliğimizin adını değiştirerek pekala askeri bir karargâh veya birlikte uygulayabilirsiniz.

Üniversitelerin acil ihtiyaçlarından biri, yetenekli ve donanımlı öğrencileri akademik mesleğe yönlendirecek bir müşevvik sisteminin kurulmasıdır. Buna bağlı olarak, bilim adamı yetiştirmeyi üniversite meselesinin ilk gündem maddelerinden biri olarak düşünmeliyiz. Mevcut ücret sistemi ve lisans üstü öğrenim için günden güne düşürülen standartlar (özellikle yabancı dil bilgisi bakımından) birlikte düşünüldüğünde, bugünkü durumda “üniversite” denmeyi hak eden kurumlar bile orta vadede çökme tehlikesi altındadır. Mesleğe yeni başlayan bir elemanın eline geçen ücretin, aile desteği olmayan yetenekli ve bilgisel bakımdan donanımlı gençleri üniversiteye çekmesi mümkün değildir. Eğer Türkiye’nin geleceğinde üniversite diye bir şey olacaksa, halli gereken temel meselelerden biri de budur.

Üniversitelere merkezi yoldan öğrenci yerleştirmekten de vaz geçmeliyiz. Bütün adaylar için zorunlu, objektif kriterlere dayalı merkezi bir sınav sistemini muhafaza etmek uygun olabilirse de, ondan sonraki aşamada öğrencilerin üniversitelere yerleştirilmesi ruhsuz bir merkezi kumanda sistemiyle olacak iş değildir; buna öğrencilerin ve ilgili üniversitelerin ikili görüşmelerle kendilerinin karar vermesi gerekiyor. Bugünkü sistemde, binlerce, hatta onbinlerce öğrenci hiç istemediği –ve muhtemelen performansının düşük olacağı- fakülte veya bölümlere kaydolmak zorunda kalmaktadır.

Nihayet, yüksek öğretimin finansmanı meselesi de yeniden düşünülmelidir. Genel olarak eğitim ve öğretime daha fazla kaynak ayrılması gerekiyor. Bununla beraber, herkes için bedava yüksek öğrenim de adaletsizdir. Üniversite zorunlu bir tahsil değildir; bu nedenle mali durumu elverişli olanlardan hizmetin karşılığının alınması, buna karşılık üniversite tahsilini finanse edemeyecek olanlara geri dönüşlü kredi –ama gerçekten işe yarar miktarda bir kredi- verilmesinden başka yol yoktur. Bugünkü öğrenci kredisinin neredeyse hiçbir işe yaramadığını herkes görüyor ve biliyor.

(2004)

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir