Başta Sabancı Üniversitesi olmak üzere, kimi üniversitelerde öğrencilerin 2. sınıftan sonra Bölüm değiştirebilmelerine imkán vermelerini, halihazırdaki üniversiteye giriş sistemi çerçevesinde YÖK eşitliğe aykırı görüyor ve buna izin vermiyormuş. Bunun mevcut yükseköğretim sisteminin üniversite özerkliğini tanımadığını gösterdiğini şimdilik bir yana bırakalım. Ama YÖK’ün bu tutumu aynı zamanda farklılık karşısında alınan bir tavrı da yansıtmaktadır ki, bu Türkiye’nin genel bir sorunudur.
Öte yandan, yine bir süredir gündemde olan, gerek ‘seçkinler’in ‘avam’ olarak gördükleri insanlar hakkındaki yargılarıyla, gerekse genel olarak ‘halk’ın farklı hayat tarzlarına bakışıyla ilgili araştırmalar da farklılık konusunda alınan tavır bakımından bize kabaca aynı şeyi söylüyor. ‘Havas-avam’ karşıtlığı şeklinde de adlandırılabilecek olan ilk araştırmanın bulguları aslında bilinmedik ve büsbütün yeni bir şey söylemiyor. Kendilerini havas olarak görenler öteden beri ‘avam’ karşısında mesafeli bir duruş sergilemişlerdir. Bu son araştırmanın farklı olan yanı, bunun artık sadece hayat tarzı farklılığıyla ilgili olmayıp, ideolojik bir nitelik de kazanmış olduğunu göstermesi.
Halktaki ‘muhafazakárlaşma’ eğiliminin kanıtı olarak takdim edilen diğer araştırmaya gelince, orada da bir ‘mesafe’ sorunu olmakla beraber, bu mesafe alışın farklı olanın hukukunu reddetme noktasına kadar gittiği en azından o araştırmadan çıkarılamaz. Evet, genel olarak insanlar dini, etnik kökeni veya cinsel tercihi yüzünden farklı olanlarla bir arada yaşamaktan hazzetmiyorlar ama, bu kendi başına onların söz konusu grupların genel toplum içinde var olma hakkını kabul etmedikleri anlamına gelmez. Böyle bir sonuca ulaşmak için, insanlara başka sorular da sormak gerekir.
Konuyu şöyle de ortaya koyabiliriz: Toplum olmanın karakteristiği olarak ‘beraber-yaşama’ derken kastettiğimiz şey, kim olursa olsun herkesin içi-içe geçmiş bir şekilde, kelimenin gerçek anlamında ‘bir arada’ veya ‘birlikte’ yaşamasıyla aynı şey değildir. İnsanlar başka bazı insanlarla çeşitli nedenlerle yüz yüze veya yakın ilişki içinde yaşamak istemeyebilir, ama yine de onlarla aynı toplum içinde yaşamayı dert edinmeyebilirler.
Böyle bakıldığında, söz konusu ‘seçkinler’in dışlayıcı tutumu ‘avam’ın farklı olana mesafeli duruşundan daha problemli görünüyor. Çünkü onlar sıradan insanlarla -halkın çoğunluğuyla- aralarına mesafe koymakla yetinmiyor, onların toplum içinde yükselişlerine ve siyasi yönetimde etki sahibi olmalarına da itiraz ediyorlar. Bunun demokrasi açısından ciddi bir sorun olduğu açıktır. Çünkü, demokrasi ‘beraber-yaşama kültürü’nün farklı dereceleriyle bağdaşabilirse de, toplumsal hareketliliğin ve ‘genel oy’un reddedilmesiyle bağdaşmaz.
Yanlış anlaşılmak istemem: Amacım, ‘halk her zaman iyidir’, ‘halkın sesi hakkın sesi’ gibi sloganlarda özetlenebilecek bir popülizm (halk dalkavukluğu) yapmak değil. Dikkat çekmek istediğim, ‘toplum’ dediğimiz ortak var oluş biçimi hakkındaki kavrayışımız üstünde belki de yeniden düşünmeye ihtiyacımız olduğudur. Acaba, bütün ‘modernlik’ söylemlerimize rağmen, toplum tasavvurumuz halá komüniteryen, hatta kabileci özellikler taşıyor olmasın? ‘Cemiyet’i halá ‘cemaat’ gibi mi tasavvur ediyoruz?…
Başka bir açıdan: Eşitliğin aynılık demek olduğunu mu düşünüyoruz? Onun için mi, üniversitelerin kendi işlerini farklı biçimde görmelerini eşitliğe aykırı sayıyoruz? Acaba onun için mi, ‘farklılığa saygı’nın farklılık karşısında herkesin aynı tutumu almasını gerektirdiğini varsayan araştırma soruları soruyor ve buna uygun cevaplar çıkmamasını ‘birlikte-yaşama kültürü’yle bağdaşmaz buluyoruz?
İnsanların farklı olanı hoş görmediğini ve farklı olanların hakkını-hukukunu reddettiğini de gösteren iláve bir kanıt olmadan, sırf farklı olanlarla kelimenin gerçek anlamında ‘birlikte’ yaşamayı istememelerini sorun haline getirmek, ‘farklılığa saygı’ görüntüsü altında fazla türdeş bir toplum tasavvur ettiğimizin göstergesi olmasın?…
Mustafa Erdoğan, 11 Haziran 2009