Atatürk’ü “insan yanı”yla anlatmak iddiasındaki [Can Dündar’ın] “Mustafa” filminin devletçi aydınlar arasında yarattığı hoşnutsuzluk Türkiye’nin özgürleşmesinin önünde halâ ne kadar büyük zihniyet engelleri bulunduğunu gösteren yeni bir olay oldu.
Bu aynı zamanda şu demek: Türkiye’nin özgürleşmesi, her şeyden önce, resmî Atatürk imajının ve onun toplum nezdindeki yansımasının normalleşmesine bağlıdır. Çünkü, carî rejim bakımından Atatürk “Atatürk’ten ibaret” değildir. Atatürk bütün dokunulmazlıkların hem sembolü hem de temel dayanağıdır.
Bu mesele önemlidir, çünkü Atatürk imajının “normalleşmemesi” sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin önde gelen kurucusunun kendisi hakkında toplumun objektif bilgi sahibi olmasını engellemekle kalmıyor, fakat aynı zamanda onun adıyla ilişkilendirilen her meselenin de tartışılmasının önüne set çekiyor. Bizim sistemimizin Atatürk’le ilişkili olmayan veya ilişkilendirilmeyen hiçbir yanı ise yok.
Bu, hiç şüphesiz, medenî ülkelerde rastlanabilecek bir durum değildir. Henüz rüşdüne erememiş bir toplumun manzarasıdır bu. Dünya üzerinde, medeni ve hür olup da varını-yoğunu tek bir kurucuya borçlu olduğuna inanan, her konuda ondan ve sadece ondan ışık alan ve neredeyse bütün derdi kendisini ona beğendirmek olan başka bir toplum bulunmuyor. Nitekim, “şerefli bir üyesi” olmak iddiası güttüğümüz “çağdaş uygarlık” dünyasındaki toplumların hepsinin “kurucu atalar”ı varken, bizim tek bir kurucu Atamız var.
Böylesine çocuksu bir imajın bir yetişkinler toplumuna yakışmadığını bir yana bırakalım, bu imaj resmî söylemde Türk milletine atfedilen o yüce vasıflarla da hiç bağdaşmıyor. Öyle ya, bu nasıl “asil ve necip” ve de büyük bir millettir ki içinden ancak bir tek kahraman çıkarabiliyor ve her şeyini ona borçlu oluyor! Bu nasıl bir “büyük millet”tir ki, hem “tarihle yaşıt” oluyor, hem de on yıllar önce ölmüş olan Atasının vesayetinden kurtulacak olgunluğa halâ erişememiş!…
Hem diyoruz ki, Atatürk bizi dogmatizmin karanlığından kurtarıp “akıl ve bilim”in aydınlığına ulaştırdı ve bizim “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller olmamızı istedi; hem de bugün bile halâ kamu hayatımızın yeni ve karmaşık meselelerinin hepsinin çözümünü onun ve sadece onun söylediklerinde bulmaktan başka çaremiz olmadığına inanıyoruz.
Bir yandan, Cumhuriyet’in bizi “kurtardığı” İslâm şeriatının temel yanlışını onun hükümlerinin “değişmezliği”nde bulurken, öbür yandan aklımızı yine değişmez olan “Atatürk ilkeleri”ne kilitlemekte bir beis görmüyoruz. Tanrısal referanslı olunca bir kusur sayılan değişmezliğin beşerî referanslı olunca birdenbire bir meziyete dönüşmesindeki tuhaflık “aklı ve bilim”i kılavuz edinmek iddiasındaki zihinleri hiç mi rahatsız etmiyor?…
Ama sanıyor musunuz ki, devlet katında ve başta medya olmak üzere sivil kesimde yer alan ve herkesin Atatürkçülüğünü sorgulamakla maruf düşünce polislerinin hepsi bütün bunlara sahiden inanıyorlar? Ben sanmıyorum.
Evet, küçük yaşlardan itibaren maruz bırakıldıkları skolastik eğitim yüzünden böyle düşünmeye –daha doğrusu, hissetmeye- şartlanmış asker ve sivil bir kesim gerçekten de vardır. Fikrî bağımsızlık ve zihinsel rüşd gibi bir derdi olmayan başka bazı naifler de…
Ama Atatürk imajının normalleşmemesinin asıl müsebbibi bunlar değildir. Bu konuda kusurun büyüğü, inanmadığı şeylere inanıyor görünmekte şu veya bu şekilde çıkarı olanlardadır. Ve biraz da, Atatürk’e makul bir saygı besleyenlerde ki, onlar da dogmatik “Atatürkçü”lerle aralarına mesafe koymaya özen göstermiyorlar.
Hasılı, bu meselede maskeler çıkarılmadığı, pozisyonlar netleştirilmediği ve tabiî zihinler özgürleşmediği sürece Türkiye’nin özgürleşmesi kolay kolay gerçekleşmeyecek. (Star, 29 Kasım 2008)