‘’Anayasal yenilenme’’nin bugün Türkiye’nin acil bir ihtiyacı olduğuna daha önce birkaç kere işaret ettiğim hatırlanacaktır. Esasen bu ihtiyaç on yıldan fazla bir süredir siyasal gündemimizi meşgul eden konular arasında yer alıyor. AKP yönetiminin 2017 yılında yürürlükteki Anayasayı uğrattığı kapsamlı revizyonun getirdiği kişiselci-otoriter yönetim ise bu ihtiyacı daha da artırmış bulunmaktadır.
Şimdi Türkiye –görünüşteki- AKP iktidarına son verme ihtimali olan yeni seçimlerin eşiğindeyken, bu anayasal yenilenme meselesini kamusal tartışmanın odağına yerleştirmemiz gerekiyor. İktidara gelmesi halinde hükümet sistemini parlamenterizm yönünde değiştirme niyetini kapsamlı bir anayasal yenilenmeye döndürmeye muhalefet bloğunu ikna etmeliyiz. Ben bu yazıda bu kapsamlı yenilenmenin özlü bir anlatımı olarak devletin anayasal tanımı meselesi üstünde duracağım.
Modern anayasalar, bu arada yürürlükteki TC Anayasası da, genellikle ilk maddelerine devletin ilkesel bir tanımını verirler. Muhtemel bir yeni anayasanın da -eğer gerçekten ‘’yeni’’ olacaksa- 1982 Anayasasının dayandığı otoriter siyasî felsefeyi reddetmesi ve bununla uyumlu olarak devleti yeniden tanımlayarak işe başlaması gerekecektir.
Bu yazıda Türkiye’nin anayasal yenilenmesi meselesini devletin anayasal tanımına ilişkin olarak daha önce yapılmış olan denemelerden de yararlanarak yapmak istiyorum. Bu tanımlardan ilki, zamanın TBMM Başkanı’nın üniversitelere yaptığı çağrı üzerine İstanbul Ticaret Üniversitesi adına benim –sanırım 2012 yılında- kaleme aldığım öneriler paketinde yer almaktadır: Buna göre, Anayasada Türkiye ‘’insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayanan, kültürel çeşitliliğe ve azınlık haklarına saygılı, adem-i merkeziyetçi, demokratik ve lâik bir cumhuriyet’’ olarak tanımlanmalıdır.
İkinci tanım ise, Ergun Özbudun, Serap Yazıcı, Etyen Mahçupyan, Hasan Cemal ve diğerleriyle birlikte benim de içinde yer aldığım bir grup akademisyen ve kamusal entelektüel tarafından –galiba 2013 yılında- TESEV adına hazırlanan Anayasa Önerilerindeki şu tanımdır: “Türkiye Cumhuriyeti insan onuruna saygılı, insan haklarına bağlı, hukukun üstünlüğüne dayalı, içeride ve dışarıda barışçı, laik ve çoğulcu bir demokrasidir.”
Şimdi, her ikisinin de çağdaş liberal-demokratik anayasa anlayışına uygun olduğunu ve Türkiye’nin ihtiyaçlarını gözeten bir hassasiyeti yansıttığını düşündüğüm bu tanımlardan hareketle şöyle bir yeni tanım öneriyorum: ‘’Türkiye insan onuruna ve insan haklarına dayanan, hukukun üstünlüğüne bağlı, kültürel çeşitliliğe ve azınlık haklarına saygılı, adem-i merkeziyetçi, barışçı, laik ve demokratik bir cumhuriyettir.’’
Görüldüğü gibi, bu tanımda yer alan devletin vasıflarından bir kısmı günümüzde bütün medenî ülkelerde genel kabul gören ilkeleri yansıtmaktadır. Elbette Türkiye halkı da insan onuru, azınlık hakları dâhil insan hakları, hukukun üstünlüğü, lâiklik ve demokrasi gibi evrensel ilkelere uygun bir demokratik cumhuriyeti hak etmektedir. Bu ilkelerin anlamı ve önemi hakkında ek açıklama yapmaya her halde ihtiyaç yoktur. Benim son üç buçuk yıldır bu gazetede yazdığım yazıların bile neredeyse tamamı bu ilkeleri öne çıkaran ve açıklayan yazılardır.
Bu son tanımın içerdiği ‘’kültürel çeşitlilik’’, ‘’adem-i merkeziyet’’ ve ‘’barış’’ unsurlarına gelince, bunlar ‘’anayasa’’ teriminin Türkiye yurttaşlarına pek çağrıştırmadığı hususlar olsa da, Türkiye’nin temel önemdeki bazı kronik demokrasi ve yönetim sorunları ile sosyal problemlerinin çözümü için bu değerlere anayasal bağlayıcılık kazandırılması bugün bir zorunluluktur. Türkiye toplumunun çoğulcu yapısı kültürel çeşitliliğin anayasal düzeyde tanınmasını şart koşmakta, aşırı merkeziyetçi siyasî-idarî örgütlenmesinin yol açtığı etkinlikten uzak yönetim ve demokrasi eksikliği de devletin adem-i merkeziyetçi temelde yeniden yapılandırılmasını zorunlu kılmaktadır.
Kaldı ki, Türkiye’de toplumsal barışın sağlanması da bir yandan kamu otoritelerinin kültürel çeşitliliğe saygı duymalarına, öbür yandan demokratik kurum ve mekanizmaların yerel düzeye de teşmiline bağlıdır. Öte yandan, ‘’yurtta sulh dünyada sulh’’ mottosunda da ifadesini bulduğu üzere, ‘’barış’’ ilkesinin bir de dış boyutu vardır. Evrensel değerdeki bu ilkenin anayasallaştırılması en başta Türkiye’nin dış dünyayla ilişkilerinin medenî esaslara dayandırılmasını da kolaylaştırabilir.
Aslına bakılırsa, dış dünyaya dönük barışçılık sadece bir medenilik meselesi de değildir, özellikle Türkiye için bu aynı zamanda toplumun refahı, dirlik ve düzeni için de hayatî önemi olan bir meseledir. Nitekim komşu ülkelerde yürütülen askerî operasyonların ve çevremize dönük diğer maceracı arayışların maliyeti, masumların ölümü yanında, genel bir refah kaybıdır. Ne yazık ki, Türkiye’de sadece askerler değil, siyasetçiler de militarist zihniyetin, şovenizmin ve dış dünyaya yönelik yayılmacı emellerin etkisinden büsbütün kurtulabilmiş değildir. (Diyalog, 11 Eylül 2022)