İnsan haklarına ve hukukun üstünlüğüne bağlı sahici demokratik bir rejim için anayasa mahkemesi vazgeçilmez önemdeki bir kurumdur. Bununla tutarlı olarak, özellikle popülist- otoriter rejimlerin hedef tahtasına koydukları kurumların başında da yine anayasa mahkemeleri gelir. Neden böyle olduğunu anlamak hiç de zor olmasa gerek.

Önce şunu anlamalıyız: Bir siyasî rejimin demokratikliğiyle doğrudan doğruya ilişkili olmaları bir yana, insan hakları ve hukukun üstünlüğü en başta insanî ve medenî bir toplumsal-siyasal hayatın ön şartlarıdır. Kamusal temel yapısını bu evrensel değerler üzerine oturtmayan bir toplumun üyeleri özgür olamaz; dolayısıyla kendileri için anlamlı hayat projeleri geliştiremez, kendilerince değerli hayatlar yaşayamazlar.  

Öte yandan, demokrasiyi eğer ‘’çok sayının egemenliği’’ -başka bir deyişle sayıca fazla olanların geri kalanlar üzerindeki mutlak hâkimiyeti- olarak değil de, herkesin özgürlüğünü ve haklarını tanıyan medenî bir ortak varoluşun kurumsal çerçevesi olarak anlıyorsak, o zaman çoğunluğun iktidarını keyfî bir şekilde ve hoyratça kullanmasını önleyecek kurumsal güvencelerin varlığı demokratik bir rejim için şarttır.

İnsan hakları ve hukukun üstünlüğü aslında demokrasinin demokrasi olarak var olmasının zorunlu ön şartları, bu anlamda demokrasinin kurucu unsurlarıdır. Başka bir deyişle, mesele sadece kurulu bir ‘’demokratik’’ rejimde bireylerin özgür olmaları değildir; mesele ayrıca özgür bireylerin kurucu özneleri olmadıkları yerde zaten demokrasinin varlığından söz edilemeyeceğidir. Bu da demokratik rejimin daha baştan bireysel özgürlükler ve hukuk devleti güvenceleriyle sınırlanmış bir iktidar yapılanması olarak anlaşılması gerektiği anlamına gelmektedir.

Daha pratik olarak söylemek gerekirse, demokrasi sınırsız ‘’millî irade’’ rejimi demek değildir; ‘’çoğunluğun sınırsız iktidarı’’ düşüncesiyle demokrasinin hiçbir ilişkisi yoktur. Aksine, demokrasi belli bir çoğunluğun ‘’halk adına’’ elinde tuttuğu kamu gücünü sınırlayacak ve onun kullanılmasını frenleyip dengeleyecek ilkeler, kurumlar ve mekanizmalarla birlikte ve ancak onlar sayesinde demokrasidir.

İşte bu fren ve denge mekanizmalarının en başında da anayasa mahkemeleri gelmektedir. Ancak, anayasa mahkemelerinin demokratik bir rejim için temel önemde olmaları, onların işleyişiyle ilgili ciddî teorik ve pratik sorunların bulunmadığı anlamına gelmemektedir. Bu sorunların başında, anayasa yargıçlarının zaman zaman siyasî-ideolojik sâiklerle hareket etmeleri ve böylece kanunların anayasaya uygunluk denetimini hukukî bir denetim olmaktan çıkararak demokratik çoğunlukların kamu politikası tercihlerini geçersiz kılmanın bir aracına dönüştürme eğilimleri gelmektedir.

Ancak, anayasa yargısının hukukilik denetimine sıkı sıkıya bağlı kalmasını zorlaştıran birtakım bünyevî özellikleri olduğunu da unutmamak gerekiyor. Bu konuda en başta, anayasa hukukunun önemli ölçüde siyasî bir hukuk olduğu gerçeğini zikretmek gerekiyor. Anayasalar devletlerin sadece kurumsal yapısını göstermezler; onlar aynı zamanda ‘’sosyal adalet’’, ‘’lâiklik’’, ‘’ulusallık’’, ‘’üniterlik’’, ‘’dayanışma’’ gibi siyasî yanı ağır basan ilkelere bağlılık da öngörürler. Bundan dolayı, ‘’özü bakımdan tartışmalı’’ olan bu kavramların anlamları ve somut gerekleri üstünde görüş farklılıkları olması normaldir. Kısaca, anayasa yargısının ‘’siyasallaşması’’ndan tümüyle kaçınılamaz.

Buna bir de ülkelerin siyasî geleneğinden ve özel şartlarından kaynaklanan sorunları eklemek gerekiyor. Türkiye söz konusu olduğunda bu yerel sorunlar öne plana geçmekte, bu arada az önce sözünü ettiğim genel sorun daha da karmaşık bir yerel soruna dönüşmektedir. Nitekim, yakın zamanlara kadar Türkiye’nin anayasa yargısıyla ilgili temel sorunu, Anayasa Mahkemesi’nin başlangıçta temel hak ve özgürlüklerin güvencesi olmaktan ziyade rejimin ideolojik-vesayetçi yapısının teminatı olmak üzere kurulmuş olması idi. Türk Anayasa Mahkemesi’nin kimi istisnalarıyla birlikte genellikle siyasî rejimin özgürleşmesine direnmesi ve evrensel insan haklarının istikrarlı bir güvencesi olamamasının arkasında yatan ana neden yakın zamanlara kadar buydu.

Gelin görün ki, Türkiye’de vesayetçi rejimin -ideolojik değilse de- kurumsal temelleri son yıllarda büyük ölçüde zayıflatılmış olsa da, olağanüstü hal döneminde kendisini kuşatan elverişsiz ortamın devam eden etkisi altındaki Anayasa Mahkemesi bugün halâ koruyucu ve güvence sağlayıcı olağan işlevini tam olarak yerine getirememektedir. Bunun temel nedeni, Türkiye’nin son Anayasa değişikliğiyle vesayetçi frenlere ihtiyaç göstermeyecek şekilde, bütün kamusal iktidarı tek bir kişide toplayan, toptan kontrol mantığına dayalı yeni bir merkeziyetçi-hiyerarşik rejime geçmiş olmasıdır. Bu rejimin mantığında hukukun üstünlüğüne ve bu arada özerk bir Anayasa Mahkemesi’ne yer yoktur.    

İktidarın son günlerde seslendirmeye başladığı, Anayasa Mahkemesi’ni yeni sistemin mantığıyla tamamen tutarlı hale getirme düşüncesi kuvveden fiile geçirilirse, o zaman bu konuda hiçbir şansımız kalmayacağından emin olabilirsiniz.

(Diyalog, 4 Ekim 2020)

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir