Ahmet Altan ile Nazlı Ilıcak’ın üç yıldan fazla bir süredir zorla içinde tutuldukları esir kampından nihayet tahliye edilmelerinin ve bu arada Mehmet Altan’ın da beraat etmesinin son zamanların en sevindirici gelişmelerinden biri olduğuna kuşku yok. Keşke üçü birden beraat etseydi. Etmeleri de gerekirdi, çünkü evrensel insan hakları ve ceza hukuku açısından ortada suç diye bir şey yok. Bu kişiler sadece medya aracılığıyla görüşlerini dile getirmiş veya haber yapmışlar.
Fakat bu tahliye kararı çok ilginç tepkilere de yol açıyor ki bunlardan da öğreneceğimiz bazı önemli dersler var. Şöyle ki: Altan ve Ilıcak’ın tahliye edilmesi pek çok kişiyi sevindirdiyse de; bu sevince katılmayanlar, katılmak ne kelime, onların daha fazla, hatta ömür boyu süründürülmelerini temenni edenler de var ve ne yazık ki bunlar hiç de az değil.
Bu gerçekten hayret verici bir durum.
Şunu anlarım: Sempati duymadığınız insanların iyiliğine olan bir gelişmeye sevinmek içinizden gelmeyebilir, ama en azından kayıtsız kalırsınız. Veya, ne bileyim, ‘’Tahliye olmaları onların ‘yaptığı kötülüğü’ unuttuğum anlamına gelmiyor’’ da diyebilirsiniz.
‘’Daha da beter olsunlar!’’ demek nedir Allah aşkına!… Bir insan nasıl bu kadar ‘’kara kalpli’’ ve vicdansız olabilir?… Kendilerini sevmeseniz de zulüm altındaki insanların nihayet birazcık da olsa rahat nefes almasından rahatsız olan insan nasıl bir insandır?…
Oysa, yaptıkları iddia edilen işler itibariyle, Altanlar ve Ilıcak’la ilgili gelişmeye sevinen insanların hazzetmedikleri kimi Cumhuriyet gazetesi çalışanlarının geçenlerde tahliye edilmesine hepimiz sevinmiştik. Ben şahsen bu zulüm çarkından kurtulan her kim olursa olsun ona seviniyorum. Keşke haksız yere içerde tutulan herkes serbest kalsa!
Zulümden kurtulana sevinmem için onun benimle aynı görüşte olması gerekmiyor. Bu, benim gerektiğinde onu eleştirme hakkından vazgeçtiğim anlamına da gelmiyor.
Demek ki, Altanlar ve Ilıcak için ‘’daha beter olsunlar’’ mealinde yazıp konuşanlar için mesele basit bir görüş ayrılığı meselesi değil. Onlar görüş ve hayat tarzı farklılıklarını dost-düşman karşıtlığı içinde görüyorlar çünkü. Onların Altanlar, Ilıcak ve benzerlerine itirazları ‘’Ergenekon’’ meselesinde ”yanlış” habercilik/gazetecilik yapmış veya tarafgir davranmış olmaları değil (çünkü mesele bu olsaydı, onları eleştirmekle, onlarla –var idiyse- selâmı-sabahı kesmekle yetinirler ve onlara lânet okumazlardı), böyle bir meseleyi gündeme getirmiş ve gündemde tutmuş olmalarıdır.
Muhtemeldir ki, ”beter olsun”cuların -en azıdan bilinçli olanlarını- asıl rahatsız eden, adı ‘’Ergenekon’’ veya değil, devlet içinde yuvalanmış, özgürlük ve demokrasi karşıtı bir karanlık güç odağının varlığı ihtimalinin ortaya serilmesi ve kendilerinin de bu oluşumla ideolojik akrabalık içinde oldukları kanaatinin yaygınlaşmasıdır.
Kaldı ki, Ergenekon ve Balyoz davası şüpheli ve sanıklarını tutuklayıp içeri atan, onların kimisine –muhtemelen- kötü muamele eden ve onları yargılayıp mahkûm eden ne Altan’lardı ne de Ilıcak. Bütün bunları yapan veya yapılmasına izin veren irade halen iktidardadır ama ne hikmetse bu konuda -doğru veya yanlış- gazetecilikten başka bir şey yapmamış olanlara gösterilen şiddetli husumetin yarısı bile o iradeye yönetilmiyor!
‘’Ne hikmetse’’ dediğime bakmayın, bu ‘’hikmet’’in ne olduğunu bildiğim, aslında hepimizin bildiği, her halde anlaşılmış olmalıdır.