MHP destekli AKP/Erdoğan yönetiminin acı birer ironi niteliğindeki girişimleri hiç eksik olmuyor. Yakın geçmişte bunun tipik örneklerini, hükûmetin bir yandan hak-hukuk tanımayan baskıcı uygulamalarına devam ederken, öbür yandan ikide bir yargı ve adalet reformu müjdesi veren açıklamalarında gördük. Malum, bu sözde reform girişimlerinin hepsinde sonuçta ‘’dağ fare doğurdu.’’

Bugünlerde yine benzer bir tuhaflıkla karşı karşıyayız: Cumhurbaşkanı Erdoğan ve partisi bir kere daha ‘’sivil, demokratik, özgürlükçü ve kuşatıcı’’ ve ‘’milletin çeşitliliğini yansıtan’’ bir yeni anayasa vaadi ile meydanda. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı ile ‘’Hukuk Politikaları Kurulu’’nun tertip ettiği ‘’1982 Yerine 2023 Anayasası Sempozyumu’’nda konuşan Erdoğan halen ‘’muasır medeniyet yolculuğunda ülkemizin önünü açmak yerine sürekli paçasından aşağı çeken’’ bir ‘’darbe anayasası’’ ile yönetilen Türkiye’nin geniş katılımlı yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu belirtmiş ve kendilerinin bu konuyu gündeme getirdikleri her defasında muhalefetin işbirliği yapmaktan kaçındığından şikâyet etmiş.

Evet, Türkiye’nin gerçekten de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tanımladığı türden yeni bir anayasaya ihtiyacı var. Ama mesele şu: Kendilerinin de sahiplenir göründükleri özgürlükçü-demokratik perspektif açısından, 2017’deki rejim-değiştiren kapsamlı Anayasa değişikliği ve beş yıllık uygulaması başta olmak üzere AKP iktidarının son on yıllık kötü karnesi göz önünde dururken, Erdoğan’ın bu vaadine nasıl inanalım?…

Hem, 1982 Anayasasının ‘’darbe anayasası’’ olduğundan yakınan Erdoğan’ın kendisi bu kapsamlı değişikliği ‘’15-20 Temmuz Süreci’’nin olağanüstü şartları altında yapmadı mı?… Dahası, söz konusu Anayasa değişikliğinin getirdiği rejimin kendisi, şeklen yürürlükten kaldırılan olağanüstü yönetimin Anayasal olarak olağanlaştırılmasından, onun kalıcı bir rejim haline dönüştürülmesinden başka nedir ki?…

Kaldı ki, adı geçen Sempozyumda konuşan ve 2017 projesinin mimarları arasında olduğu anlaşılan muteber bir Cumhurbaşkanı danışmanının ‘’egemenlik hakkının cumhurbaşkanını da kapsayacak şekilde genişletilmesi’’ önerisi de AKP’nin Anayasa değişikliği adı altında aslında neyin peşinde olduğunu gayet iyi anlatmaktadır.

Aslında, AKP-MHP ittifakının halihazırda Türkiye toplumunu nasıl bir rejim altında yaşamaya mecbur bıraktığını biz hepimiz bildiğimiz gibi, dünya-alem de bunun gayet farkındadır. Baş faili AKP olan bu rejimin, Cumhurbaşkanının konuşmasında vaat ettiği ‘’milletin çeşitliliğini yansıtan, sivil, demokratik, özgürlükçü ve kuşatıcı’’ anayasal perspektifle hemen hemen hiçbir ilgisi yok, hatta onun tam tersini temsil ediyor. Nitekim saygın uluslararası kuruluşların demokratikleşme, insan hakları ve hukukun üstünlüğü standartları açısından ülkeleri sıraladıkları listelerde de Türkiye’nin pozitif skorları her yıl daha da düşerek medeniliğin standartlarından hızla uzaklaşmaktadır.

Bir de Avrupa Birliğinin demokratik temsil organı olan Avrupa Parlamentosu’nun birkaç gün önce kabul ettiği son Türkiye raporuna bakınız. Nacho Sanchez tarafından hazırlanan Raporda geçen Mayıs’ta yapılan genel seçimlerin iktidara haksız avantaj sağlayan şartlarda gerçekleştiği ve “sert, kışkırtıcı ve ayrımcı söylemler ile bazı muhalefet partilerinin destekçilerine yönelik sindirme ve tacizin yanı sıra iktidar partilerinin muhalefeti terörizmle ilişkilendirmesinin’’ süreci baltaladığı belirtilmektedir.

Türkiye’de yargının bağımsız olmadığı ve siyasete alet edildiği, ayrıca gazetecilerin kovuşturulması ve sansür gibi yollarla bağımsız medyanın baskı altına alındığı Raporda dile getirilen başka bir önemli husustur. Raportör bu arada Avrupa Birliği’ne katılım müzakerelerinin 2018 yılında durma noktasına gelmesinin nedeninin de ‘’Türkiye’de hukukun üstünlüğü ve demokrasinin gerilemesi’’ olduğunu hatırlatmaktadır.

Hükûmet adına gerek Adalet Bakanı tarafından gerekse Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan aksi yöndeki açıklamalara rağmen, Raporda dile getirilen tespit ve eleştirilerin doğru olduğunun devlet ve hükûmet erkânı da elbette farkındadır. Nitekim, hükûmet Avrupa ve Amerika’ya yönelik hitaplarında özgürlükler, hukukun üstünlüğü ve demokratikleşmede sağladığını iddia ettiği ‘’ilerleme’’den ziyade, Türkiye’nin milyonlarca mülteciyi barındırdığını hatırlatmayı ve Türkiye’nin stratejik konumunun önemini -ima yollu olarak veya açıkça- öne çıkarmayı tercih etmektedir. Bu bakımdan, raportör Sanchez’in ‘’Türkiye’nin AB üyeliği jeopolitik müzakereler nedeniyle değil, ancak Türk yetkililerin ülkede temel özgürlükler ve hukukun üstünlüğünde devam eden düşüşe son verilmesi konusunda çaba gösterilmesi durumunda gerçekleşecektir’’ şeklindeki sözleri gayet anlamlıdır.

Kısaca, AKP’nin özgürlükçü-demokratik anayasa vaadi bir aldatmacadan ibarettir. Muhtemeldir ki, ‘’yeni anayasa’’ girişimiyle yine kendi eserleri olan halihazırdaki rejimin anti-özgürlükçü, hak-hukuk tanımayan ve otokratik karakterini daha da pekiştirmeyi amaçlamaktadırlar. (Diyalog, 17 Eylül 2023)

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir