Özgürlük, barış ve eşitlik gibi, adalet de temel ahlâkî değerlerden biridir. Kadim çağlardan beri adalet ‘’erdemli’’ insanın olduğu kadar, ‘’iyi toplum’’un da karakteristik özelliklerinden biri sayılmıştır. Başka bir deyişle, adalet hem bireysel hem de toplumsal-siyasal bir erdemdir.
Ancak, modernlik öncesi dönemlerde baskın olan anlayışa göre, adalet öncelikle bireysel bir meziyetti. Bu anlayış çerçevesinde, ‘’devlet’’in adilliği de esas olarak hükümdarın (kralın, sultanın, padişahın) âdil olmasına bağlı görülüyordu. Yani, hükümdar âdil olduğu sürece ve âdil olduğu ölçüde ‘’devlet’’ de âdil işleyecekti.
Öyle düşünülüyordu, çünkü o çağlarda Kralın kişiliğinden bağımsız bir iktidar örgütlenmesi anlamında ‘’devlet’’ten söz edilemezdi. Devlet kral, sultan, padişah (veya, adı her neyse o) demekti. Bugün ‘’devlet’’ dediğimiz siyasî yapı o zamanlar hükümdarın kişisel mülkü sayılıyordu. Kral bu mülkü sâdık bendeleri veya hizmetkârlarından oluşan, neredeyse ‘’hane halkı’’ diyebileceğimiz kişiler eliyle idare ediyordu.
İşte ‘’adalet mülkün temelidir’’ sözü bu özel tarihsel bağlamın ürünüdür. Bu sözün o bağlamdaki anlamı şuydu: Hükümdarın saltanatının garantisi, esas olarak, onun ‘’mülkü’’nde adaletle hükmetmesine bağlıdır. Yani, hükümdarın ‘’mülkü’’nde yaşayan tebaaya adaletle muamele etmesi aslında onun kendi iyiliği için gerekliydi. (Bugün de zaman zaman seslendirilen ‘’insanı yaşat ki, devlet yaşasın’’ sözünün arkasında da benzer bir anlayış yatmaktadır.)
Ancak, Avrupa Orta Çağında kralı bu tavsiyeye uymaya zorlamak için yeterli bir fikrî ve kurumsal zemin yoktu. Aynı dönemdeki Doğu toplumları ise bu tür bir fikrî ve kurumsal zeminden büsbütün yoksundular. Bu nedenle, tebaasına âdil davranan ‘’erdemli’’ hükümdarlar olabilirdi ama onlardan adalet talep etmek özellikle Doğu dünyasında tebaanın haddi değildi.
Bu ‘’adalet’’ anlayışı modern adalet anlayışından kökten farklıdır. Çünkü, ilkinden farklı olarak, modern anlayışta insanlar ‘’tebaa’’ değil, hem birey insanlar hem de yurttaşlar olarak temel haklara sahip olan aktif öznelerdir. Bu bağlamda adalet de yönetenlerin yönetilenlere bir lütfu değil, aksine onlara borçlu oldukları bir şeydir. Modern adalet, esas olarak, bireylerin gerek insan olmalarından gerekse yurttaş olmalarından kaynaklanan haklarına saygı gösterilmesini gerektirmektedir.
Yine de bu farklılık ‘’adalet mülkün temelidir’’ sözünü bugün tamamen kullanımdan kaldırmamızı gerektirmemektedir. Daha doğrusu, biz modernlerin bu sözü devletin örgütlenmesine ve işleyişine ilişkin bir buyruk olarak almamızda ve modern anlayışa uygun olarak yeniden yorumlamamızda bir sakınca yoktur. Bu çerçevede adalet belki –John Ralws’un dediği gibi- ‘’toplumsal kurumların birinci erdemi’’ olmayabilir, ama o her halde toplumun temel yapısının kurucu ilkelerinden biridir.
Adaleti toplumsal-siyasal bir erdem olarak aldığımızda, onun karşılığını en başta devletin yurttaşlarla ilişkisini kavrama ve onlara muamele etme biçiminde ve hukuk sisteminin yapı ve işleyişinde ararız. Maalesef, günümüz Türkiye’sinde siyasî iktidar, bir büyük adaletsizlik olarak, devlet-vatandaş ilişkisini hiyerarşik bir ilişki olarak görmektedir. İktidar bu arada kendisiyle ideolojik olarak mutabık olmayan yurttaşlara ‘’tebaa’’ muamelesi yapmakta veya en azından onlara kendi gözde yurttaşlarıyla eşit muamele yapmamaktadır.
Öte yandan, haklara saygı anlamında adaletin bir toplumda karşılığını bulup bulmadığını veya ne ölçüde bulduğunu genellikle oradaki hukukun yapısına ve işleyişine bakarak anlarız. Böyle baktığımızda, ne yazık ki Türkiye öteden beri ‘’adalet özürlü’’ bir ülkedir; ama çok partili siyasete geçtikten sonraki yıllarda, askerî müdahale dönemleri hariç, adaletsizlik hiçbir zaman son 7-8 yıldaki kadar zirve yapmamıştı. Nitekim, bu son dönemde Anayasa ‘’anayasa’’ olmaktan, hukuk ‘’hukuk’’ olmaktan çıkmış, rasyonel bürokrasinin yerini Reis’in ‘’sâdık bendeleri’’ almış, buna bağlı olarak da kamu alanında kural-tanımazlık ve keyfilik standart yönetim tekniği haline gelmiştir. .
Ne yazık ki, bu dönemde bir normatif sistem olarak hukukun ‘’hukuk’’ olmaktan çıkarılması yetmiyormuş gibi, adalet dağıtması beklenen mahkemelerin uygulaması da hukukun evrensel ilke ve değerleriyle bağını neredeyse tamamen koparmış bulunuyor. Bu sadece yargının yürütmeyle ‘’uyumlu’’ hale getirilmesinden ileri geliyor da değildir; bu gerçeğe ek olarak, Türkiye bugün artık yeterli sayıda ehil hukuk uygulayıcısına (en başta, hâkim ve savcılara) sahip bir ülke olmaktan da çıkmıştır.
Sözün özü, hâlihazırda Türkiye’de adalet hiç te ‘’mülkün temeli’’ değildir.
(Diyalog, 11 Ekim 2020)