Bu hafta içinde medyaya yansıyan iki haber özellikle üzerinde durulmayı hak ediyor. Bunlardan birinde dünyanın en büyük savunma şirketleri (ilk yüz) arasına ilk defa bu yıl beş Türk şirketinin de girdiği belirtiliyor. Tahmin edilebileceği gibi, bu firmalar (ASELSAN, TUSAŞ, ROKETSAN, MKE A.Ş., ASFAT) özel teşebbüs niteliğinde olmaktan ziyade devlet tarafından doğrudan veya dolaylı olarak desteklenen şirketler.
Türkiye’den hiçbir şirket 2013 yılına kadar söz konusu listeye girebilmiş değilken ve Türk savunma sanayii bu listeye 2022 yılında üç, 2023 yılında ise dört firmayla girmişken, bu yıl bu sayı beşe yükselmiş. Haberde yazıldığına göre bu durum da Türk savunma sektörünün ‘’uluslararası alandaki etkisinin arttığını gösteriyor’’muş. Savunma Sanayi Başkanı’nın söylediğine göre de ‘’hedefimiz çok daha yüksekler’’ imiş.
İlk bakışta insanlarda Türkiye’nin gelişmişliğinin ve bir ‘’dünya gücü’’ haline geldiğinin bir göstergesi olduğu izlenimi vermeye müsait bir haber bu, ama gerçek durum hiç te öyle değil. Günümüz Türkiye’si ne bir dünya gücü ne de iktisadî bakımdan kalkınmış bir ülke. Taha Akyol’un da yazdığı gibi, savunma sanayii iktisadî gelişmeden ziyade ‘’kaynak ayırımı [tahsisi] ve vasıflı teknokratlarla gelişebilen bir sektördür. Ekonomik gelişmeyle birebir bağlantılı değildir. Nitekim son on yılda Türkiye’nin Dünya ekonomisindeki konumu irtifa kaybetti ama savunma sanayiimiz gelişti.’’
Yani, Türkiye iktisadî ve sosyal bakımdan gelişmiş, zengin ve müreffeh bir ülke değil, ama savaşmak için gerekli olan teknik ve silâh donanımı bakımından bununla orantısız bir ilerleme kaydetmiş durumda. Peki nasıl olmuş bu?… Son on yılda refah düzeyi gerileyen, 6.5 milyon çocuğu şiddetli yoksulluk içinde yaşayan ve her beş çocuktan birinin yeterince ve besleyici gıdaya erişemediği bu yoksul ülkenin kaynaklarının AKP-MHP iktidarı tarafından bilinçli olarak ve orantısız bir şekilde askerî önceliklere tahsis edilmesi suretiyle…
Bu sürecin başlangıç tarihinin (2013) AKP hükümetinin Türkiye’nin askerî kuvvetleri, güvenlik güçleri ve istihbaratıyla yakın komşularına ‘’sarktığı’’ ve fert başına millî gelirin yeniden gerilemeye başladığı tarihle aşağı yukarı aynı zamana rastlaması yeterince anlamlı değil mi zaten? Son yıllarda ulusal savunmanın güçlendirilmesi adı altında yapılan astronomik askerî harcamalara, ülke dışında yürütülen ‘’terörle mücadele’’ amaçlı askerî harekâtların maliyeti eklenince, neden gitgide fakirleştiğimiz anlaşılıyor!
***
Üzerinde durmak istediğim diğer haber Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın partisinin genel merkezinde yaptığı bir konuşmada sarf ettiği nahoş sözlerle ilgili. Erdoğan bu konuşmada şöyle diyor: “Ülkemizde bir günlük milli yas ilan ederek Filistin halkı ile dayanışmamızı gösterdik. Ama bazı ekranlarda bazı cibilliyeti bozuk olanlar bizim ona gösterdiğimiz o ilgiyi hazmedemedi. Ya biz sizden mi izin alıp da bunların kararını verecektik? Biz milletimizden gerekli izni aldık ve adımlarımızı da buna göre atıyoruz.” Bu arada, daha da tuhaf olan, bu konuşmanın AKP’nin ‘’İnsan Hakları Eğitimi Programı’’nda yapılmış olması.
Beklenebileceği gibi, Erdoğan’ın bu sözleri çok tepki çekti. Ama hakikaten tepki çekmeyecek gibi de değil!
İsrail’e karşı yürütülen Filistin halkının kurtuluş mücadelesinde terörist yöntemlere de başvurmaktan kaçınmayan dinci bir grubun liderinin vefatı vesilesiyle Türkiye’de ulusal yas ilan edilmesinin ne kadar isabetli olduğu bir yana, Cumhurbaşkanının kendi politikalarını eleştiren yurttaşlara ‘’cibilliyeti bozuk’’ diyerek hakaret etmesinin vatandaşların tepkisini çekmesinden daha doğal ne olabilir?…
Bu konuşmada yanlış olan sadece Cumhurbaşkanının vatandaşlara hakaret etmesi değil elbette. Bu konuşmasının ve daha önceki sayısız benzerinin gösterdiği gibi, Cumhurbaşkanı yurttaşların ifade özgürlüğünü ve kendi hükümetini eleştirme haklarını da tanımıyor. Oysa cumhurbaşkanı kendi anayasal konumunu ve bu konumun kendisine sağladığı avantaj ve ayrıcalıkları muhaliflerinin ve eleştiricilerinin de dahil olduğu o milletin tamamına borçludur.
Daha da acı olan, Cumhurbaşkanının yurttaşları uluorta azarlama hak ve yetkisine sahip olmadığının da farkında değilmiş gibi davranması. Öyle anlaşılıyor ki zat-ı alileri, tamamen yanlış olarak, Devletle toplum -dolayısıyla kendisiyle yurttaşlar- arasında hukukî ve moral anlamda hiyerarşik bir ilişki, bir ast-üst ilişkisi, olduğunu varsaymaktadır. Öyle olmasaydı, kendisinden farklı düşünen vatandaşları azarlamak ve aşağılamak diye bir şey aklına gelir miydi hiç?
Kaldı ki bu mesele Cumhurbaşkanı Erdoğan bakımından sadece bir moral veya nezaket meselesi olarak ta görülemez; onun ötesinde kendisi Anayasal olarak ta böyle konuşmaya yetkili değildir. Çünkü Anayasaya göre cumhurbaşkanı -sadece kendi taraftarlarını ve kendisi gibi düşünen, hisseden ve inananları değil- muvafıkı ve muhalifiyle bütün bir ‘’milleti temsil eder.’’ Eğer kendisi de bunu bir onur olarak kabul ediyorsa, bu temsilin onuruna uygun bir üslupla konuşmak zorunda olduğunu herhalde kendisi de takdir edecektir.
Cumhurbaşkanının konuşmasında demokratik standartlar açısından var olan defolara da dikkat çekmek isterdim, ama neyse ki AKP-MHP yönetimi altında Türkiye’nin zaten demokrasiyle ilgili bir iddiası kalmamıştır!
Hasılı, milleti temsil yetkisiyle onurlandırılmış bir cumhurbaşkanına, özellikle de ona, elbette bu onura uygun bir nezahetle konuşmak yaraşır. (Diyalog, 11 Ağustos 2024)