Silâhlı kuvvetlerin MGK bildirisi görüntüsü altında Refah-Yol hükümetine muhtıra verdiği 28 Şubat 1997 tarihinden buyana 23 yıl geçmiş.  Yakın yıllara kadar her 28 Şubat’ta bu olayı Türkiye’nin demokratik gelişimine vurulan bir darbe olarak hatırlıyor ve söz veya yazılarımızla kınıyorduk. İlginçtir, son birkaç yıldır iktidarın partizanları dışında pek kimse bu olayı hatırlamak ve hatırlatmak gereği duymuyor. Bu konuda bir kitap[1] yazmış olan bu satırların yazarının bile 28 Şubat rejimiyle ilgili son yazısının[2] üzerinden 11 yıl geçti.

Neden böyle olduğunu anlamak, sanıyorum, zor olmasa gerek: Bir halk deyimiyle söyleyeyim, ‘’yağmurdan kaçarken doluya tutulduğumuz’’ için. Evet, 28 Şubat ”yağmuru”ndan kaçarken Reisçi rejimin ”dolu”suna tutulduk. Yanlış anlaşılmasın, ‘’28 Şubat Rejimi’’ aslında iyiydi demek istemiyorum.  ‘’28 Şubat Süreci’’nin özgürlük ve demokrasi karşıtı olduğu konusunda elbette kuşku yok, ama bu rejimden kaçalım derken ondan daha da baskıcı olan bir rejime saplanmak zorunda değildik demeye çalışıyorum.

28 Şubat Neydi?

28 Şubat muhtırası merhum Erbakan’ın başkanlığındaki koalisyon hükümetine verilmişti ve açıkça hükümete askerlerin programını dayatmayı amaçlıyordu. Yasama ve yürütmenin hukukî varlıklarına son verilmediği için, bu hamle her iki anayasal organın -ama özellikle de hükümetin- askerî kanadın inisiyatifiyle çalışan MGK’nın gözetim ve denetimi altına alınması anlamına geliyordu. Cumhurbaşkanı Demirel ise MGK’nın silâhlı kuvvetlerin bir icra aygıtı derecesine düşürülmesine mani olmaya çalışmak şöyle dursun, aksine bu gidişata destek olmayı tercih etmişti. Kısa süre içinde durum hükümetin kontrolünden iyice çıktı ve MGK Genel Sekreterliği fiilen hükümet işlevini devraldı. Aslında bu süreç 28 Şubat bildirisinden daha önce, Ocak 1997’de yeni dönemin de facto anayasası olacak olan ‘’Başbakanlık Kriz Yönetmeliği’’nin Başbakan Erbakan’a imzalatılmasıyla başlamıştı.

Askerler aslında Özal iktidarından itibaren kimi taşları yerinden oynayan Kemalist rejimi restore etmek istiyorlardı. Rejimin ‘’taşlarının yerinden oynaması’’ somut olarak şu demekti: Rejimin öncüllerine aykırı olarak, 90’ların ortalarından itibaren İslam demokratik siyasetin etkin bir aktörü haline gelmişti ve belki daha da önemli olarak, bunun sosyolojik zeminini oluşturan da büyük ölçüde Özal döneminin ekonomiyi dışa açan ve rejimin geleneksel ideolojik baskısını gevşeten politikalar idi.

Rejim açısından, taşların yeniden yerine konması ‘’irticayla mücadele’’ adı altında hem kamusal alanın hem de sivil hayat alanının budanmasını gerektiriyordu. Nitekime, MGK bildirisinin tetiklediği ‘’irtica avı’’ sadece siyasette ve kamu idaresinde değil, sivil hayat alanında da etkili oldu. Bu cümleden olarak, yargı dahil kamu kurumları ve üniversiteler askerler tarafından yeni rejimin amaçları doğrultusunda brifinglerle ‘’aydınlatıldı’’, Refah Partisi (1998) ve ardından onun yerine kurulan Fazilet Partisi (2001) kapatıldı, milletvekili seçilen Merve Kavakçı başörtülü olduğu için Meclise alınmadı ve bilahare milletvekilliği kaldırıldı, başörtülü öğrenciler üniversitelere alınmamaya başladı, sivil kesimdeki dinî ve/veya dindar oluşumlar tasfiye edilmeye çalışıldı veya baskı altına alındı…

Dindarlar ve İslamcılar o kadar sindirilmişti ki, bugün ‘’mangalda kül bırakmayan’’ siyasette ve medyadaki Reisçi sözde kahramanların hemen hemen hiç biri o vakitler ortalıkta görünmüyordu.

Bu sürecin tabiatıyla yargının işleyişi üzerinde de kimi olumsuz etkileri oldu. İslâmî siyasetin halef-selef konumundaki iki temsilcisinin –Fazilet Partisi ile Refah Partisi’nin- Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasının sürecin gereği olduğu açıktı. Bunun dışında da yargının işleyişine askerlerin yer yer müdahale ettikleri sır değil. Bu satırların yazarına karşı o yıllarda açılan ceza ve hukuk davaları[3] da şüphesiz dönemin ruhuna uygundu.

28 Şubat’tan Erdoğancı Rejime

Görünüşe göre, AKP’nin 2002 yılı sonunda iktidara gelmesiyle 28 Şubat rejimi sona ermişti. Ama aslında tam öyle değil; daha doğrusu hem öyle hem değil.  Evet, partilerinin genel seçimleri kazanmasıyla kamu otoritesini kullanma yetkisi artık resmen AKP kadrolarına geçmişti, bu anlamda 28 Şubat rejimi sona ermiş oldu. Ama öte yandan, 2000’lerin başlarında seçim kazanmak halâ tam olarak iktidar olmak anlamına gelmiyordu. Nitekim, AKP hükümetleri ilk yıllarında eski rejimin ‘’ruh hali’’nden tam olarak çıkamamış olan generallerin yakın gözetimi (‘’fırçalamaları’’, tehditleri) altında çalışmak zorunda kaldı. Eğer ‘’AB ipi’’ne sımsıkı sarılmamış ve bunun gerektirdiği reformları yapmamış olsalardı, iktidarı yitirmeleri, en azından28 Şubat benzeri bir vesayetçi baskıya mahkum olmaları işten bile değildi.

AKP önderliği 2007 yılına kadar askerî kanattan gelen anti-demokratik frenleme girişimlerine karşı pek ses çıkaramadı. Arkalarında Avrupa Birliği’nin ve liberal-demokrat aydınların desteğinin olduğu bilinciyle, AKP’liler ilk defa 27 Nisan 2007’de zamanın genelkurmay başkanının TBMM’nin AKP’li bir cumhurbaşkanı seçmesi ihtimalinin önünü kesmek üzere genelkurmayın internet sitesinde yayımladığı AKP çoğunluğuna yönelik uyarıya açıkça karşı durdular ve ardından erken seçime gidildi. Aynı yıl partinin adayı Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçildi. Onu, Kürt Açılımı, Ergenekon-Balyoz yargılamaları, silâhlı kuvvetlerin siyaset üzerindeki etkisini azaltacak yasal düzenlemeler ve 2010 Anayasa değişikliği izledi.  2010 Anayasa değişikliği esas olarak silâhlı kuvvetleri sistem içinde özerk bir yapı olmaktan çıkarmayı ve yargıyı demokratikleştirmeyi amaçlıyordu. Bu arada, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolu getirilmiş ve kamu denetçiliği kurulması sağlanmıştı.

Ne var ki, hem bir bakıma 27 Nisan muhtırasına karşı gittiği genel seçimlerden daha güçlü bir şekilde çıkması, hem öncülük ettiği 2010 Anayasa değişikliğinin referandumda kabul edilmesi, hem de bu değişiklik sayesinde silâhlı kuvvetlerin siyasal etkisini zayıflatmayı başarması AKP ve lideri Erdoğan’ın kendisine olan güvenini artırdı. Bu arada, 2011 yılında, Anayasa değişikliğinin yargıyla ilgili kısmını etkisizleştirmeye ve böylece yargıda partizan örgütlenmeyi kolaylaştırmaya dönük yasa değişikliğini Anayasaya aykırı olarak Meclisten geçirdi. Böylece AKP iktidarı sistemi demokratikleştiren bir aktör olmaktan çıkarak demokrasi ve hukuk devleti hedeflerinden uzaklaşma yoluna girmiş oldu.

AKP’nin bu yeni rotasındaki sonraki durakları 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk iddialarını kendi iktidarını pekiştirmek için bir fırsata çevirmeyi başarması, ardından 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimini bastırarak bütün ülkede olağanüstü hal ilân etmesi oldu. Bu dönem aynı zamanda yargı başta olmak üzere baştanbaşa devlet örgütündeki ‘’muhalif’’ unsurların ‘’FETÖ’’nün tasfiyesi aldı altında kamu kadrolarından uzaklaştırılması ve yerlerinin AKP sempatizanlarıyla doldurulması dönemi oldu. Darbe girişimine karıştıkları veya darbecilere yardımcı oldukları iddiasıyla onbinlerce kişi, bir kısmı eşleri ve çocuklarıyla beraber olmak üzere, hapislere atıldı. Bu arada, muhalifleri tasfiye operasyonları devlet teşkilâtıyla sınırlı kalmadı, üniversiteler bile bundan payını aldı; başta Kürt siyasî hareketine sempati duyanları olmak üzere sol eğilimli binlerce akademisyen üniversitelerinden uzaklaştırıldı, bir kısmı hakkında bilâhare ceza davaları açıldı. İktidarın bu işteki en büyük yardımcıları büyük ölçüde partizanlaştırılmış olan yargı ve medya oldu. Basın-yayın sektörü demokratik denetim işlevi göremeyecek şekilde neredeyse tamamen devletleştirildi.

Reisçi otokrasinin kurulması nihayet 2017 Anayasa değişikliğinin 2018 yazında tümüyle yürürlüğe girmesiyle tamamlanmış oldu.  Artık Türkiye’de yürütmeden –yani Tayyip Erdoğan’dan- bağımsız ne yasama ne de yargı olacaktı. Demokratik anlamda bir ‘’parlamento’’ olmaktan çıktığı için, TBMM ne kamu işlerinin ‘’millet’’ adına müzakere edildiği ve yürütmenin denetlendiği, ne de Reisten bağımsız karar alıp yasa yapabildiği bir platform haline geldi.  Böylece, Meclis’in kararı olmadan ve medyanın ve muhalefetin denetiminden de bağımsız bir şekilde, bir tek kişinin iradesiyle ülkenin fiilen savaşa sokulabildiği bir duruma geldik. Ayrıca, çok-partili siyasete geçildikten bu yana, darbe dönemleri hariç, yargının Reis’in talimatlarına göre pozisyon aldığı bir Türkiye manzarasıyla karşı karşıya bulunuyoruz. İktidarı eleştirmenin ve ona muhalefet etmenin seçilmiş milletvekillerine ve onların partilerine bile yasak olduğu bir Türkiye’de yaşıyoruz. İnsanların sorgusuz-sualsiz tutuklanıp haklarında iddianame bile hazırlanmadan aylarca, hatta yıllarca içerde tutuldukları, alt mahkemelerin Anayasa Mahkemesi’nin hatta Avrupa İnsan hakları Mahkemesi’nin kararlarının bile gereklerine  uymadıkları, siyasî iradeyle uyumlu olma kaygısıyla mahkemelerin sıkça karar değiştirdikleri ve hatta hukuk ve ceza usulünde yeri olmayan sözde kanun yolları icat edip kararlar verdikleri bir Türkiye’den söz ediyoruz.

Sonuç

Sanırım, özgürlük ve demokrasi taraftarı bireyler ve grupların artık neden 28 Şubat Süreci’ni şiddetle eleştirmekten vazgeçtikleri şimdi anlaşılmıştır. Şahsen ben, son yıllarda bütün bu yaşadıklarımızdan sonra 28 Şubat rejimini eleştirmekte fazla ileri girmiş olduğumu düşünüyorum. Nedeni çok açık: Bir kere, 28 Şubat’ta da gerçi TBMM askerî iradeden büsbütün bağımsız davranabilecek durumda değildi, ama yine de bugünkü kadar etkisiz ve işlevsiz bir konuma sokulmamıştı.  Bugün yasama organının Reis’in iradesinden bağımsız karar alma imkânı maalesef yoktur. Ayrıca, o zaman yasamanın yürütme üzerinde halâ bir etkisi vardı, hükümet kendi devamını yasamaya borçluydu ve onun tarafından denetlenebiliyordu. Keza, yürütmenin ikili ve hükümetin kolejyal yapısı sayesinde tamamen kendi başına buyruk bir monoblok güç olarak hareket etme imkânından yoksundu. Oysa bugün itibariyle ”yürütme” demek tek bir kişinin kayıtsız-şartsız sultası demektir.

En azından bunlar kadar, belki bunlardan da önemli olarak, 28 Şubat Sürecinde ”hukuk”un ”demokrasi” kadar yara almamış olduğunu hatırlamak gerekiyor. Yani, askerî iradenin yargı üzerindeki etkisi bugünkü kadar genel ve yaygın değildi; esas olarak İslamcı siyasetin aktörleriyle ve yargının üst kademeleriyle sınırlıydı. Bugün ise, AKP iktidarıyla uyum içinde olmayan hiçbir kişi veya kesim yargı yoluyla hakkını alacağına güvenebilecek durumda değildir. Bugün hakkını aramak üzere mahkemelere başvuran hemen hemen herkes mahkemelerden siyasî iradeye ters düşen bir karar çıkmayacağına inanmaktadır ve bu inanç maalesef yersiz değildir. Oysa, 28 Şubat yıllarında, siyasette ne olup bittiğinden ayrı olarak, en azından mahkemeler halâ ”hukuk” nosyonunu tamamen yitirmemişlerdi. Nitekim, o yıllarda kendini savunmak için “mahkemeden mahkemeye koşan” bu satırların yazarı bile mahkemelerde hak arama çabasının anlamsız olmadığına inanıyordu. Kısaca, zulüm 28 Şubat’ta bugün olduğu kadar yaygın ve ağır değildi.

Son olarak vurgulamak isterim ki, Reisçilerin, özellikle de onların, halâ 28 Şubat’a sövüp-saymaya hiç hakları yoktur. Esas itibariyle sadece kendilerinin mensubu oldukları çevreyi mağdur etmiş olan bir dönemi karalamaya devam etmekte haklı olmaları için, AKP’lilerin -ve onlarla aynı hissiyatı paylaşan, farklı ideolojik eğilimlerdeki diğer herkesin- bugünkü sistematik zulüm politikasıyla toplumumuzun çok daha geniş bir kesimini daha da derinden bir şekilde mağdur eden kendi iktidarlarına karşı da bayrak açmaları gerekirdi. Böyle yapmadıkları sürece, AKP ”İslamcıları”nın 28 Şubat karşıtlığı tam bir ikiyüzlülük ve yüz kızartıcı bir ahlâk zaafı anlamına gelecektir.

Kısaca, Türkiye toplumunun özgürleşmesi, sadece askerî darbelerin önünü kesmek ve onların kalıntılarını tasfiye etmekten değil, aynı zamanda demokratik yoldan elde ettikleri siyasî iktidarı suistimal ederek baskıcılığa sapan iktidarlara karşı da yurttaşların demokratik direnç göstermelerinden geçiyor.

(Bu yazı Daktilo 1984’te yayımlanan aynı başlıklı yazının redakte edilmiş halidir.)

NOTLAR

[1] Bkz. Mustafa Erdoğan, 28 Şubat Süreci (Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 1999); 28 Şubat Günlüğü: Post-Modern Darbenin Anatomisi (Ankara: Orion Kitabevi, genişletilmiş 2. b., 2012).

[2] Bkz. Mustafa Erdoğan, ”Ergenekon ve 28 Şubat”, Star, 28 Şubat 2009.

[3] Bu konuda bkz., ‘’Bir 28 Şubat Hikâyesi’’, 28 Şubat Günlüğü içinde, ss. 17-19.

Bu Makaleyi Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir