Bilmem farkında mısınız, Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu atmosfer 12 Eylül rejiminden çıkış sürecindeki ruh halimizi andırıyor. Bugünkü erken seçim beklentisi ile Kasım 1983 seçimlerine giden hava birbirine benzemiyor mu? O zamanki gibi, bugün de otoriter rejimden ‘’çıkış’’ arayış ve çabası içinde değil miyiz?…
Yani demek istiyorum ki, 2016 sonrası AKP iktidarını, genellikle yapıldığı gibi 28 Şubat rejimiyle değil de 12 Eylül rejimiyle karşılaştırmak gerekiyor.
Gerçekten de 12 Eylül rejimi ile 2016 sonrasındaki AKP yönetimi arasında çok benzerlik var. En başta, Cunta yönetimi ile AKP’nin 20 Temmuz 2016’da yürürlüğe koyduğu ‘’olağanüstü hal rejimi’’ arasında, ikincisinin sözümona ‘’sivil’’ iradeden kaynaklanması dışında, özünde bir fark yok. İkisi de bireylerin ‘’doğal hakları’’ fikrini reddeden tamamen hukuksuz rejimler. Gerçi iki rejim arasında, ilkinin kolejyal-militarist yapısına karşılık, ikincisinin tek adam rejimi olması bakımından bir fark varmış gibi görünse de, 12 Eylül rejiminin cuntası da gerçekte tek bir irade gibi işlediği için bunu bir mahiyet farklılığı olarak görmemek gerekir.
İkisi arasında başka benzerlikler de var tabiî: 12 Eylül’cüler yasama organını kapatarak onun yerine atama yoluyla bir ‘’Danışma Meclisi’’ oluşturmuşlardı, 20 Temmuz’cular da sahici anlamda yarışmacı-demokratik olmayan bir seçimle oluşturdukları Meclisi milletin meselelerinin özgürce tartışıldığı ve halk adına yasama işlevini yerine getiren en üstün demokratik platform olmaktan çıkardılar. Bu arada, 12 Eylül rejiminde olduğu gibi, toplum bugün de sindirilmiş ve ‘’sosyal medya’’ kısmen hariç olmak üzere, yazılı ve görsel iletişim araçları neredeyse tümüyle hükûmetin kontrolü altına alınmış durumdadır.
Ayrıca, 12 Eylül yönetiminin karakteristiklerinden olan kötü muamele, hatta işkence -dozu biraz azaltılmış olsa da- AKP’nin olağanüstü rejiminde de vardı. Onbinlerce insanın hapislere tıkılması ve/veya işinden-aşından edilmesi bakımından da iki rejim arasında benzerlik var. Bu bakımdan belki bir fark, AKP rejiminde kimsenin idam edilmemiş olmasıdır. Fakat bunun da nedeni 20 Temmuz’cuların iyi niyeti değil, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği şart koştuğu için idam cezasının daha önce kaldırılmış olmasıdır.
AK rejimiyle ilgili bu gerçekler ‘’olağanüstü hal’’ yönetimiyle sınırlı da kalmadı; 2018 yazında olağanüstü halin şeklen kaldırılması olağanüstülüğü fiilen sona erdirmediği gibi, arkasından onun anayasallaştırılmasını getirdi. Generallerin cunta yönetiminin sözde hukukunu 1982 Anayasasıyla anayasallaştırmaları gibi, AKP liderliği de olağanüstü rejim hukukunu 2017 Anayasa revizyonuyla anayasallaştırdı. Olağanüstü hali de zaten ancak bu yeni anayasal düzenin yürürlüğe girmesiyle kaldırdı. AKP’nin yeni düzeninde kanunların yerini artık ‘’tek adam’’ konumundaki Cumhurbaşkanının günübirlik kararnâmeleri almış bulunuyor. Mahkemeler de zaten genel olarak Reisin iradesiyle gayet uyumlu bir şekilde çalışıyorlar.
Her neyse, bu son acı tecrübe bize artık şunu öğretmiş olmalıdır: Demokrasiler her zaman demokratik sürecin dışındaki aktörler –diyelim, askerî cuntalar- tarafından yıkılmazlar; demokrasilerin ölümü bazen bizatihi ‘’demokratik aktörler’’in elinden olur. Aslına bakılırsa, Steven Levitsky and Daniel Ziblatt’nin tespitleri bunun dünya çapında genel bir olgu olduğunu gösteriyor: ‘’Soğuk Savaşın sona ermesinden buyana çoğu demokrasi dışardan şiddete dayalı bir askerî darbeyle değil fakat seçim sandığı ve onu izleyen siyasî kurumların otokratlar tarafından ele geçirilmesi yoluyla içerden yıkılmıştır.’’ (zikreden, Rosolino A. Candela, 2018)
Başa dönersek: Evet, vaktiyle yeni Anayasanın 1982’de yürürlüğe girmesinden sonraki temel kaygımız ‘’acaba ne zaman sivil-demokratik yönetime geçebileceğiz?’’ idi ve bu psikoloji 1983 Kasım’ında serbest seçimlerin yapılmasına, hatta bir ay sonrasına kadar devam etmişti. Bugün de ‘’2017 Anayasası’’nın 2018 yazında yürürlüğe girmesinden başlayarak demokratik iktidar değişimi arayışı ve beklentisi içindeyiz. Son aylarda iktidar blokunun erken seçim sinyali vermesiyle, bu beklenti daha da belirgin hale gelmiş bulunuyor.
Şu var ki, iktidar değişimine yol açacağı ümit edilen erken cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimlerinin 2023 yılına girmeden yapılacağı kesin görünmekle beraber, tam zamanı şu an itibariyle belli değildir. Daha da önemli olarak, aynı belirsizlik muhtemel bir erken seçimin beklenen değişimi gerçekten sağlayıp sağlamayacağı konusunda da varittir. Çünkü, eğer ‘’hayırlı’’ bir değişim beklentisi içindeysek, o zaman mesele sadece bu iktidarın gitmesi değildir; onun yerini nasıl bir iktidarın alacağı da önemli, hatta daha da önemlidir.
Erkenden sevinmesek iyi olur yani. (Diyalog, 12 Eylül 2021)